Önce lumpen çeteler ve tetikçi medya, hemen ardından ak-kara troller devreye sokuluyor. Sonra Bahçeli mâlum üslubuyla peşrev yapıyor ve Büyük Reis sahne alıyor.
Sahne bu defa Çamlıca Tepesi'ne kondurulan, fırsat bulunduğunda Recep Tayyip Erdoğan Camii olarak adlandırılması hayal edilen cami. Sayın Cumhurbaşkanı minberde, yanında beyaz giysileriyle din görevlisi imam. Dekor tamam. Oyun: Sezen Aksu'nun dilini koparma tehdidi.
Tehdidin Sezen Aksu'ya yönelmesi kadar mekânın cami olması da ülkede geniş kesimlerde şaşkınlıktan öfkeye varan büyük tepki yarattı. Günlerdir konuşuluyor, tartışılıyor, yazılıyor, çiziliyor. Sezen'in kendisine yakışan, anlayanı ezecek o zarif ve bir o kadar da güçlü cevabı gözlerimizi yaşartırken yüreklere su serpti, cesaret bulaşıcıdır sözünü doğruladı; dayanışmanın, sahiplenmenin önemini bir kez daha hatırlattı.
Sezen'den önce de yazan, çizen, söyleyen, eleştiren, hak hukuk diyen, gerçekleri dile getiren nicelerinin dilleri koparılmak istendi, koparıldı, koparılmaya devam ediliyor; Sedef Kabaş son örneği. Sezen'in, o muhteşem cevabında "ben herkesim" demesi bunu anlatıyor.
Düşünmeden, hatırlatmadan edemiyorum: Bu türden tehditler ve de tehdit düzeyinde kalmayan uygulamalar muhalifleri, Kürt siyasetçileri, azınlıkları, çeşitli kesimlerden kanaat önderlerini, iktidardan farklı düşünenleri, farklı yaşayanları, farklı cinsel yönelimleri, farklı din, mezhep, dil, kültür gruplarını ve kişileri hedef alırken -ister ilgisizlik, kanıksama, ister korkudan - topluma suskunluk hâkimdi. Tepki veren, konuşan, yazan, dillerinin koparılmasını göze almış bir avuç insan; ve onlara hak verip de susan milyonlar… Dil koparıcı zihniyeti cesaretlendiren; bu tepkisizlik, sinmişlik, aman fincancı katırlarını ürkütmeyelim siyaseti değil mi?
Sezen'in yüreğimin derinliklerine işleyen şarkılarından birinin sözleridir: Eller günahkâr, diller günahkâr/ Bir çağ yangını bu, dünya günahkâr/ Masum değiliz hiçbirimiz.
Evet; düşündüğü, yazdığı, konuştuğu, eleştirdiği, baskıya şiddete boyun eğmediği için iktidarın saldırısına, zulmüne, haksızlıklarına uğrayan, kimisi hayatını yitiren, tutuklanan, işkence gören binlerce, onbinlerce insana reva görülenlere sessiz kalanlar, ya da sessizliklerini ama'lar, fakat'larla gerekçelendirenler, hepiniz, hepimiz günahkârız Sezen'in şarkısında söylediği gibi.
Şimdi, rezalet ayyuka çıkıp da toplumda tepki yükseldiğinde Sezen'i savunanların bir bölümü on yıl kadar önce Anayasa referandumunda evet oyu verdiği, savaşı sona erdireceği umut edilen çözüm sürecini desteklediği için ona etmedikleri hakareti bırakmamışlardı. Televizyon ekranındaki utanç verici görüntüleri hatırlıyorum: İzmir'de Sezen Aksu sokağının levhasını indirip ayakları altında çiğneyen, "yetmez ama evet" dediği için şarkılarını boykot eden, "Sezen bitti" diye haykıran kadınlar… Çözüm sürecini reddedenlere sanatçı duyarlılığı ve engin vicdanıyla karşı çıkarken söylediği söz yüzünden ne PKK'liliğini ne vatan hainliğini bırakanlar… Son olayda Sezen'in arkasında dururken bile ama'yı fakat'ı elden dilden bırakmayanlar, dayanışmayı bir çeşit siyasî-ideolojik fedakârlık gibi sunanlar …
Demokrasinin d'sinin kuyruğuyla bile ilişkisi olmayan dil koparıcılar cephesini konuşmaya değmez artık, Sezen'e ve millete fena tosladılar. Benim sözüm "bizim mahalle"nin ve komşu mahallelerin kendilerini muhalif, demokrat, özgürlükçü, liberal, solcu, devrimci sayan kesimlerine.
Demokrasi, günümüzde yüklendiği anlamla hakkı, hukuğu, insan haklarını ve tüm özgürlükleri "ama" demeden; dini, inancı, etnik kimliği, ideolojik-siyasî aidiyeti, cinsiyeti ne olursa olsun çifte standart ve istisna tanımadan herkes için, özellikle de farklı olanlar, farklı düşünenler için savunmak demektir. "Haksızlığa uğruyor ama o şuncu, buncu", dediğiniz anda sözde demokrat olsanız da özde demokrat değilsinizdir. Demokrasi ve özgürlükler sadece bir sınıfın, bir zümrenin, bir elit kesimin hakkı ve tekeli değildir.
Türkiye'de demokrasi fikri ve demokratik düzen neden yerleşip kökleşemedi, neden kitleselleşemedi, neden içselleştirilemedi? Bunca mücadeleye, fedakârlığa, söylem bolluğuna rağmen neden hâlâ ama'lardan, fakat'lardan kurtulamadık? Bunun, "kahhar devlet" geleneğinden, Türk-İslam faşizan zihniyetinden, Kemalist elitizmin vesayetçi anlayışından, devrimci sosyalist solun proletarya diktatörlüğü-burjuva demokrasisi ikileminden kaynaklandığını, ve günümüzde siyasî İslam'ın demokrasiyi kâfir işi sayıp tümden reddedişiyle perçinlendiğini düşünüyorum.
Böyle bir yazının çerçevesini aşan bir konu, biliyorum. Ama son olaylar karşısındaki tepki ve yorumları, özellikle de muhalefetteki kimi siyasilerin tepkilerini dini referanslara ve açıklamalara dayandırma çabalarını izlerken değinmeden edemedim.
Mesele dil koparma tehdidinin bir camide savrulmuş olması değil. Karşı çıkarken dini değerlere, Kitap'a, kutsallıklara atıf yapılması, yukarıda değinmeye çalıştığım demokrasi zaafının bir başka görünümü gibi geliyor bana.
Saldırgan nefret diline daha geniş kesimlerin tepkilerini yükseltmek açısından yararı olmuştur belki ama konunun dinle, îmanla ilgisi yok. Mesele anayasasında "demokratik, laik, hukuk devleti" yazan bir ülkede, üstelik yasalarla da suç sayılan bir fiilin pervasızca, alenen gerçekleştirilmiş olması. Suçsuz bir yurttaşın hedef gösterilmesi.
Hedef gösterilen ve tehdit edilenin, "Sezen Türkiye"dir diyebileceğimiz bir kişi olması tabii ki önemli. Ama aynı tehdide, hedef gösterilmeye maruz bırakılan çok insan oldu bu ülkede. Camilerde, meydanlarda, her yerde. Demek istediğim şu ki, böyle olaylarda suskun kalanlar, vızıldamakla ya da ama'lı destekle yetinenler demokrasi ve demokrat olabilme konusunda bir kez daha düşünsünler, bu satırların yazarı dâhil hepimiz kendimizi bir kez daha sorgulayalım.