Yazıya bilerek kışkırtıcı bir başlık seçtim ama kışkırtıcı olması yanlış olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü mesele bu köşenin sınırlarını aşan, derinliğine düşünülmesi, tartışılması gereken “günümüzde sol nedir?” sorusuna dayanıyor. Müslüman kesimden Dr. Mehmet Bekaroğlu’nun parti meclisine girmesine/sokulmasına karşı CHP kurultay delegelerinin bir bölümünden ve tabandan gelen, partinin sağa kaydırıldığı yolundaki tepkiler bu soruya verilecek cevapla doğrudan ilgili.
Sosyalist sol kökenli bilim ve düşün insanı İdris Küçükömer yıllar önce, Düzenin Yabancılaşması (1969) kitabında “Türkiye’de sol sağdır, sağ da soldur” demişti. O günlerde önemi ve işaret ettiği sosyolojik gerçeklik açısından güç anlaşılabilecek, tartışmalı bir düşünceydi ama bugünün ipuçlarını veriyordu. Demokrat Parti’nin 1950’de, o güne kadar siyaset sahnesine çıkmalarına izin verilmemiş kitlelerin oy desteğiyle, “Yeter! Söz milletindir!” sloganıyla iktidara gelişi, hem devlet partisi CHP, hem onun çevresinde konuşlanmış Kemalist cumhuriyet elitleri, hem de geleneksel sol açısından “karşı devrim”di, gericilikti. Karşı devrimler ise gerektiğinde askerî müdahale ile engellenmeliydi. Kör topal Türkiye demokrasisinin yaklaşık her on yılda bir askerî darbelere, müdahalelere maruz kalmasının nedeni ve gerekçesi kendilerini Kemalist Cumhuriyet’in sahibi, koruyucu ve kollayıcısı, halkın terbiyecisi, kitlelerin çobanı olarak görenlerin Kemalist statükoyu sarsacak “karşı-devrim”i engelleme misyonlarıydı.
1925’ten beri yasaklı olan sosyalist sol’un konuşulmaya, örgütlenmeye başladığı 1960’lardan itibaren, sağcılık ve solculuk (ilericilik- gericilik, devrimcilik-karşı devrimcilik nitelemeleriye birlikte) toplumu ve zihniyet dünyamızı ortasından bölen ana eksen oldu. Sağcı-solcu diyerek insanlar birbirlerini, devlet ise hem sağcıyı hem solcuyu öldürdü. Kutsallaştırılan kavramların anlamını, içeriğini neredeyse unuttuk; solculuğu ve ayrılmaz parçası saydığımız devrimciliği yafta veya rozet niyetine taşıdık yakalarımızda, kimliklerimizde. Sloganlarımızı, şablonlarımızı, ezberlerimizi tekrarlarken, taktığımız rozetlerin anlam yükünü ve içeriğini düşünmedik, sorgulamadık.
Sağ ve sol nitelemesinin, 1789 Fransız burjuva devriminde Ulusal Meclis’te başkanın sağında ve solunda oturan gruplardan geldiği bilinir. Sağ sıralarda oturanlar kralcılar, monarşistlerdi; solda ise cumhuriyetçiler, Jakobenler, radikal devrimciler yer almıştı. Başka bir deyişle, başkana göre sağda oturanlar düzenin onarılarak sürmesinden, statükodan yana olanlar, soldakiler ise statükonun yıkılmasından, düzenin değişmesinden yana olanlardı.
Aradan geçen yaklaşık 225 yılda sol’a atfedilen değişimci-devrimci öz değişmedi. Ama tarihsel akış içinde yeni içerikler kazandı. 19. yüzyılın ikinci yarısında işçi sınıfının, Marksist ideolojinin, emek hareketlerinin tarih sahnesinde yerini almasıyla kapitalist sömürü düzenine karşı mücadele ister sosyal demokrat (reformcu) ister devrimci solun temel bileşeni oldu. Sonraki yüzyıllarda, değişen dünyanın yeni sorunları ve koşullarında insan hak ve özgürlükleri, ekolojik sorunlar, barış mücadelesi, kadın sorunu, halkların, etnisitelerin, azınlıkların hakları, her türlü ayrımcılıkla mücadele, bireyin özgürlüğü, vb. solun siyasal-ideolojik içeriğine dahil edildi. Dünya faşizm ve komünizm deneylerini yaşadı, dersler çıkardı. Ulus devletlerin kuruluş dönemlerinin asimilasyoncu, ırkçı- şoven resmî ideolojilerinin ürünü tek tipleştirici zihniyet ve uygulamaları 21. yüzyılda, devletlerin utançla özür diledikleri suçlar sayıldı, bu anlamda ulusalcılık (milliyetçi solculuk) sol tarihin çöplüğüne gönderildi.
Günümüzde solda olmak, en basit anlatımla: vahşi kapitalist çarkın doğayı, insanı, yaşamı sömürmesine karşı durmak; birey insanın ve toplumun her alanda özgürleşmesinden, her türlü baskı ve sömürüden kurtulmasından, hak ve özgürlüklerin muktedirlere ve devlete karşı korunmasından, kitlelerin özgür iradesi anlamında demokrasiden, sosyal adalet ve eşitlikten, dinsel-kültürel çoğulculuktan yana olmak demektir. En önemlisi: değişimi kavramak, geçmişe esir olmadan, nostljik ezberlerle yetinmeden solun ileriye bakan özünü korumaktır.
Türkiye’de sol ve sağ kavramlarının anlam kaymasına uğradığını, cepheleşmeyi körükleyen içi boş klişelere, körlerin fil tarifi gibi, kim neresinden tutarsa öyle anlattığı bir garabete dönüştüğünü düşünüyorum. Bugünün sorunu değil, çoktan beri böyle ama CHP’nin son kurultayı siyasî- ideolojik anlamda sol’un bazı kesimlerce nasıl yanlış anlaşıldığının, nasıl çarpıtıldığının açık örneği oldu. Bunda sadece CHP’lilerin değil, sadece bu çarpıtmayı ustaca kullanarak solu kitlelerin gözünde itibarsızlaştırmaya çalışanların değil, klişelere teslim olan, dünyayı ve Türkiye’yi 70-80 yıl öncesinin kavram ve sloganlarıyla düşünen herkesin, hepimizin payı var.
CHP delegeleri ve tabanının bir bölümünün, özellikle ulusalcı olarak adlandırılan ve solculuğu kimselere bırakmayanların sollarını sağlarını şaşırmalarının başlıca nedeninin: sol’un özünü, anlamını yeni’ye aktaramamak, özellikle de 1923’te çakılıp kalmak olduğunu düşünüyorum.
1923’te Ulusal Kurtuluş Savaşı sürecinde Türk ulus-devletinin inşası ve Kemalist Cumhuriyet’in kuruluşu kuşku yok eski düzenle radikal bir hesaplaşma, toplumsal-siyasal bir devrimdi. Sünnî Türk unsurlar üzerine kurulu asimilasyonist Türk milliyetçiliği; muasır medeniyete ulaşmanın yolunu yüzlerce yıllık tarihsel kültürel birikimden bütünüyle kopmakta gören Batıcılık, din’i devlet kontroluna tâbî kılan otoriter laiklik, asker-sivil Cumhuriyet elitlerinin “terbiye edilip medenileştirilmesi gereken halk” kitleleri üzerindeki vesayeti, bugünden baktığımızda eksik, yanlış, başka türlüsü de mümkün görünse bile 1920’lerin, 30’ların dünya ve Türkiye koşullarında “devrimin gereği” sayılabilirdi. Ancak 2000’ler dünyasında o günlerin “umde”lerini, uygulamalarını, yöntemlerini savunmak, dönemin ideolojik kavramlarına mutlak doğrularak olarak sarılmak, lider kültünü ve ‘23 nostaljisini siyasete kalkan yapmak sol’un devrimci özünü inkâr etmektir.
Önemli bir başka nokta, Atatürkçülüğün solculuk sanılması, devletçiliğin sosyalizmle karıştırılmasıdır. Oysa Kemalist toplum projesi daha ilk adımda “muasır medeniyet”e giden yolda ekonomik model olarak devlet eliyle kapitalist kalkınma yolunu seçmiştir. 1923 İzmir İktisat Kongresi, piyanoda çalınan “Haydi arkadaşlar şirket kuralım…” şarkıları arasında kapitalist sermaye birikiminin ve hususî (özel) teşebbüsün yol ve imkânlarını araştırır. Kıt kaynaklarla sermaye birikimi sağlamanın aracı olarak uygulamaya sokulan iktisadî devletçilik kapitalist yaratmaya yöneliktir. İşçi sınıfının, emekçilerin sermaye karşısında kendi hak ve çıkarlarını kormak için örgütlenme, sendikalaşma, greve başvurma, vb. haklarından söz bile edilmez. (Bu haklar 1960 sonrasında elde edilecektir) Zaten çok az sayıdaki sosyalistlerin, komünistlerin üzerindeki baskıların en yoğun olduğu yıllardır bunlar. Özetle, günümüzde ister reformcu ister devrimci solun olmazsa olmaz özü sayılan sermaye ve kapitalist sömürü karşıtlığı Atatürkçülüğün bileşeni değildir. CHP’nin yükselen sosyalist harekete karşı “ortanın solu”nda olduğunu ilan etmesi 1965, Ecevit’in sol sloganlarla seçim kazanması 1973’e tarihlenir.
Kemalist Cumhuriyet ideolojisinin, “halk için, gereğinde halka rağmen” anlayışında ifadesini bulan bir kalkınma-ilerleme projesi çizmiş olması bir başka sorundur. Bu anlayışa göre kitleler Cumhuriyet elitleri tarafından, proje doğrultusunda eğitilecek, ilerletilecek, muasır medeniyete ulaştırılacaktır. Kitlelerin inançlarına, geleneklerine, kültürlerine (toplumsal- ekonomik alt yapı hazır olmadan) “öğreten elitler” tarafından kimi zaman zorla müdahale, Kemalist devletle özdeleştirilen CHP ile halk kitleleri arasındaki uçurumu derinleştirmiştir. Elitizm, CHP’nin önde gelenlerinden bazılarının sandığı gibi sokakta çalışmamak, rakı sofralarında vakit geçirip halka “gitmemek (!)” değil, halkla birlikte, halktan öğrenerek onun hizasında yürüyememektir.
Bugün CHP içinde (ve dışında); dinî inançlara devlet müdahalesi anlamında otoriter laikliği savunan, halkın inançlarına göre yaşamasını, grupsal (etnik) kimlik taleplerini engellemeye çalışan; örtünmeyi gericilik, açılmayı ilericilik sanan, demokratik süreçleri vesayet ve darbe ile engellemeyi devrim sayan, vatandaşlığın Türkiyelilik üzerinden değil Türklük üzerinden tanımlanmasında ısrarcı olanlar; ulus devlet inşaı sürecinde devletin halklara karşı işlediği suçlarla yüzleşmeye direnenler, Kürt sorununun çözümünde AKP’nin gerisinde kalıp MHP çizgisinin ilerisine atılanlar, Hrant Dink ve arkadaşları yargılanırken adliyenin önünde Veli Küçük ve Ergenekoncularla birlikte pankart açıp Dink’in ölümünü hazırlayan anlı şalı CHP’liler tabii ki Mehmet Bekaroğlu’nun parti meclisine girişini partinin sağa açılması olarak göreceklerdir.
Müslüman muhafazakâr gelenekten ve siyasetten gelen Bekaroğlu ise bugüne kadarki duruşu, düşünceleri, eylemleriyle tam da çağdaş özürlükçü solda yer alıyor. Bu yüzden CHP, Bekaroğlu ve onun gibilerle sola ve kitlelere açılabilir, diyorum. Üstelik parti içinde bu süreci götürebilecek kişilerin, çağdaş, özgürlükçü solcuların, sosyal demokratların sayısının hiç de az olmadığını biliyorum.
Sol jargonla sağın göbeğine yerleşenler, gidişattan yakınmak yerine, günümüzde sol nedir, ilericilik nedir, halkçılık nedir, ben neredeyim sorularını kendilerine sormak durumundalar.