Ağzını ne kadar sıkı kapatırsanız kapatın, hava almaması için en sağlam şişe mantarını, en geçirmez tıkacı tıkayın; lehimleyin, kurşun dökün isterseniz, yine de kötü cin er geç hapsedildiği şişeden çıkar. Cin şişeden bir kez çıkmaya görsün, ne kadar uğraşsanız yeniden şişeye tıkamazsınız. Ağzını özenle kapatıp en gizli köşelere sakladığınız şişedeki kötü yaratık, bilinçaltınızı zorlayıp huzurunuzu kaçırdıkça, tıkacı sağlamlayıp kabı daha derinlere gömmeyi çare sanırsınız. Ama beyhudedir; hiçbir cin sonuna kadar şişede tutulamaz.
Soykırım cini de Osmanlı’dan devralınmış bu kadim düzenin, tellakları değişse de özü hep aynı kalan bu ceberut devletin muktedirlerinin tıktığı şişede bir süredir kıpırdanıp duruyordu. Hrant Dink’in katledilmesiyle tıpa iyice gevşemişti. Ve nihayet Ermeni kırımının, adı tehcir konulan o vahşi sürgün ve katliamın yüzüncü yılında tıpa attı, cin şişeden çıktı. Şimdi o cinle nasıl baş edeceğimizi bilemeden, en iyi bildiğimiz işi yapıyor, cini zapt etmek yerine birbirimizle dövüşüyoruz.
Cin’i bir daha şişeye sokamayız, bu ve benzeri cinlerle birlikte de yaşayamayız. Üstelik en az yüz yıldır tarihin derinliklerine gömdüğümüz başka cin şişeleri de var; hepsi de patladı patlayacak. Nasıl baş edeceğiz? Son zamanlarda yaşadığımız hoyrat çatışma, düşmanlaşma, toplumsal yarılma ortamını nasıl aşabileceğiz?
Çözümü tarihçilere ya da siyasilere havale etmenin; arşivler açılsın, belgeler saçılsın, vb. demenin hiçbir anlamı yok. Olmadığı çoktan görüldü, görülüyor. Cerahatlenmiş yaranın üstünü kapamak ne yarayı iyileştirir, ne de kangren olmasını engeller. Yarayı iyileştirmek cerahatlendiğini kabul etmek ve uygun ilacı bulup sürmekle olur. Yarayı kim açmış, neden açmış, bıçakla mı, kurşunla mı gibi sorular sonra gelir. Ortada, Ermeni halkının merhem sürülmedikçe azıp kangrene dönüşen ölümcül bir yarası var. Tutun ki abartılıyor, tutun ki başka güçler tarafından siyaseten kullanılıyor, tutun ki Türkiye köşeye sıkıştırılmak isteniyor; ama bir gerçek var ki onu değiştiremeyiz: Topraklarından sürülmüş, tehcire zorlanmış, 1915’te iki milyonken bugün kendi yurtlarında, yani Türkiye’de 50-60 bin kişi kalmış, dünyaya dağılmış ve en ağır mağduriyet anlatılarıyla bilenmiş bu halk; bireysel ve ulusal kimliğini, dünya arenasındaki varlığını, kıtalara, ülkelere dağılmış birliğini uğradıkları ve soykırım olarak niteledikleri derin mağduriyet üzerine inşa etmiş durumda. Bu duyguyu, bu algıyı, bu zihniyet dünyasını, “Hayır, öyle değil, siz soykırıma uğramadınız, aksine atalarınız soykırımcıydı” diyerek değiştiremeyiz. Tıpkı, “Ecdadımıza hakaret ediliyor, ecdadımız soykırımcı olamaz, aslında onlar Müslümanları kırdılar” diyen Türk milliyetçilerinin ve siyasetçilerinin zihniyetini ve bakışını hemen değiştiremeyeceğimiz gibi.
Biz: Türkiye halklarının çocukları, öncelikle de Türkler, önce kendimize bakalım. Ermeni meselesinde ne kadar farklı düşünsek, hatta birbimize ne kadar düşmanlaşsak, birbirimizi ne kadar örselesek de, hepimizin -en uçta olanlarımızın bile- buluştuğumuz bir nokta var: Bu topraklarda Birinci Dünya Savaşı sırasında, özellikle 1915’te, Ermeni nüfusunun yoğun yaşadığı bölgelerle sınırlı kalmayan bir trajedi yaşandı. Ermeni halkı, binlerce yıllık yurdundan sürüldü, tehcir edildi. Bu bölgelerde ve yollarda çeşitli kaynaklara ve ideolojik bakışlara göre 300 bin ile 1 milyon 200 bin arasında Ermeni çoluk çocuk, kadın, genç ihtiyar öldü, öldürüldü. (Dönemin resmî sorumlularının rakamlarına göre 950 Ermeni) Açık seçik gerçek: Bir halk neredeyse yok oldu.
Bu konuda, ecdadımıza laf söyletmemekte titizlenenlerden Türkiye Cumhuriyeti’ne kara çalınmasına tahammül edemeyenlere kadar kimsenin (ölü sayısı dışında) bir itirazı yok. Herkes, hepimiz, kötü şeyler olduğunu kabul ediyoruz. Bunu kendi sübjektif kanım olarak söylemiyorum; son günlerde, konuyla ilgili her şeyi okudum, dinledim. Tartışma, kapışma, birbirini hain ilan etmeye varan çatışma bu noktadan sonra birbiri ardına sıralanan ‘ama’larla başlıyor: “Ama Ermeniler Osmanlı’ya isyan etmişlerdi, ama Ruslarla anlaşıp bizi arkamızdan vurdular, ama onlar da Müslüman Kürtleri katlettiler, ama Ermeni çetecilerinin vahşeti, ama şu kadar Ermeni’ye karşı bu kadar Müslüman öldü, ama soykırımı kabul edersek tazminat talebi doğar, vb. vb…
Ben diyorum ki, hangi görüşte olursanız olun, hangi cephede konuşlanırsanız konuşlanın, önce başkalarına yapılmış kötü şeyleri kabul etme noktasında buluşalım. Bir kez bunu başarabilirsek, mesela: “Evet, 1915’te bu toprakların Ermeni halkına yaşatılanları öğrendik, biliyoruz, bir insanlık suçu olarak reddediyoruz, bir daha asla diyoruz” diyebilirsek hep birlikte, sonrasını sonra tartışırız, konuşuruz, öğreniriz ve bir ihtimal, belki de süreç içinde buluşuruz.
Ortaklaştığımız noktada buluşabilirsek (Bu aşamada hiç mi hiç önemli değil tarihte olanın soykırım mı, büyük felaket mi, tehcir, mi katliam mı olduğu, 300 bin Ermeni’nin mi, 1 milyon 200 bin Ermeni’nin mi öldüğü, öldürüldüğü) şişeden çıkan kötülük cinini çıktığı şişeye sokamasak bile sersemletip zararsız hale getirebiliriz.
Sevgili kardeşim Hrant, hayatına mâl olan yazısında aslında Ermenilere sesleniyor; Türk düşmanlığıyla, Türk fobisiyle kirlenen ruhlarını temizlemek için damarlarındaki asil kana sarılmalarını istiyordu. Mahkemeden mahkemeye sürüklenirken, mahkeme salonlarında Hrant’ın gerçek katili Ergenekoncular; kapıların dışında da, 1915 İttihat ve Terakki ruhunu -bilerek, bilmeyerek- taşıyan anlı şanlı protestocular vardı.
Hrant haklıydı. Yaratılıp beslenen düşmanlıklar kanımızı kirletiyor, ruhlarımızı esir alıyor, aklımızı dumura uğratıyordu.
Tıpkı neşter atılıp temizlemeyen yaralar gibi, yüzleşilmeyen, hesaplaşılmayan, görmezlikten gelinip yok sayılan tarihsel-toplumsal travmalar da toplumları ve insanları zehirler. Eğer bugün, kendimiz bile hayret ettiğimiz ve endişeyle ürperdiğimiz oranda toplumca vahşileşmiş, kötüleşmiş, birbirimize düşmanlaşmışsak, içten içe kanayan, cerahatlenen yaralarımız yüzündendir.
Gelin cesur olalım, korkmayalım. Hiç değilse şu Ermeni meselesinde, 1915’te, en alt ortak paydamızda, hepimizin kabul ettiği noktada buluşalım: Ermeni halkına kötü, çok kötü birşeyler yapıldı, noktasında. Birbirimizi gagalayıp tepelemeye çalışmak yerine, gerçeği birlikte arayalım. Hem atalarına katliamcılığı yakıştıramayanları, bu katliamın suçuna, kirine bulaşmak istemeyenleri; hem de, bencileyin, katliamcılar benim ceddim değil, onlarla ne insanî ne de siyasî bağım var diyenleri anlamaya çalışalım, İkisinin ruh hali aynıdır aslında: Suçtan arınmak… Ve suçtan arınma arzusu saygı değer bir şeydir.
Türkiyeli de, Ermeni de insan olma ve birbirinin acısını anlama noktasında buluşursa, ölü sayısı hesabı, sorumluluk payı hesabı, siyasal getiri hesabı artık işe yaramaz olur.
Son söz: Şişeden çıkan tek cin Ermeni soykırımı cini değil, başka şişeler, başka cinler de var. Ama hepsi aynı kandan, aynı soydan. Ve hepsi de bizi hasta ediyor, bizi kötüleştiriyor, vicdansızlaştırıyor, cinnet sınırına sürüklüyor. 1915 ciniyle yüzleşip hesaplaşabilirsek, bu yüzleşmeyi kimse kimseyi hain veya katil ilan etmeden birbirimizle barışıp uzlaşarak yapabilirsek, diğer cinlerle de baş edebiliriz. Yoksa, vatan millet nutukları atıp bağıra bağıra telef olacağız ve toplumca kötü cinler taifesine karışacağız.