Dil düşünceyi, duyguları, kişiliği belirler. Kin, nefret, düşmanlık girdabına kapılmış bu toplumda kötücüllüğün yükselişine katkıda bulunmamak için uzun süredir “biz” ya da “onlar” gibi ayrıştırıcı sözcüklerden kaçınıyordum; “mücadele”, “cephe”, “ötekiler” sözcüklerini kullanmamaya da özen gösteriyordum. Yine de yazının başlığında “bizim” ve “onların” sözcüklerini kullandım. Pislik çukurunda temiz kalabilmek mümkün mü!
“Biz” derken, Erdoğan-Bahçeli-Soylu siyasetine ve zihniyetine karşı hak, hukuk, adalet, demokrasi, özgürlük, eşitlik, vicdan, dayanışma arayışında olanları, kendilerini muhalefette görenleri; “onlar” derken, başta iktidar mensuplarını, onların müridlerini, medya borazanlarını, çevrelerine kümelenmiş klinik vak’a psikopat ruhları, savaş, kan ve ölüme tapanları, idam idam diye böğürerek cellatlık özlemlerini tatmin edenleri, kendilerinden farklı düşüneni, farklı eyleyeni katli vacip düşman belleyenleri kastediyorum.
İdeolojik, siyasal, dinsel-mezhepsel, kültürel, sınıfsal, partisel, etnik bir ayrışma değil bu; her kesimde “biz”ler ve “onlar” var. Her kesimde insanî değerleri, adalet duygusunu, vicdanını, merhametini yitirmemiş insanların yanında değerlerini, vicdanını, hak ve adalet duygusunu yitirmiş insanlar var. En derin ve ürkütücü fay hattı buradan geçiyor.
Türkiye’de rejimi siyaset biliminin terimleriyle nitelemek artık mümkün değil. Abukistan ülkesinde interaktif bir kara komedi seyreder gibiyiz. Sahneye koyanlar “onlar” olsa da, hepimiz bu absürd (abuk) oyunun kendimize rağmen aktörleriyiz.
Bizler, oyunun fecî bir sonla biteceğinin farkındayız. Oyun yazarı, baş rejisor, aktörler de farkında ama onlar için bu son “fecî” değil, aksine varmak istedikleri hedef. Gerçeklikle ilgisi olmayan sanal bir dünyada, kendi kurdukları Abukistan sahnesinin zevksiz dekorları önünde, yazdıkları senaryoyu geniş bir aktör grubuyla kapalı gişe oynuyorlar.
Tiyatro sahnesini bırakıp gerçek dünyaya, gerçek Türkiye’ye inecek olunursa, sahnede attıkları her adım, her replik, her edim; artık kötü senaryo, yanlış oyun, beceriksiz oyuncu değerlendirmelerini çoktan aşmış birer vahim suç. İktidar bütün unsurları ve katılımcılarıyla hem hukuken hem de ahlâken “açık ve net” (ki bu da baş muktedirin deyimidir) suç işliyor. Bu suç, -demokrasi ve hukuk çerçevesinde kalınarak- nasıl yargılanacak? Allaha ve tarihe mi havale edilecek?
Gidişat karşısında çaresiz kalındığında, tarih hesap soracak tesellisine sığınmak kandırmacadan ibarettir. Tarihleri muktedirler yazar ve bütün resmî tarihler muktedirlerin kendilerini ve yaptıklarını aklama, yüceltme belgeleridir. (Şu günlerde Erdoğan ve şürekâsının Kemalist Cumhuriyet’in resmî tarihine karşı kendi resmî tarihlerini yazma girişimleri için Murat Belge’nin Malazgirt yazısına bakınız.) İnsana, insanlığa karşı suç, bu dünyada, kitlelerin karşısında hukuk ve adalet içinde yargılanmalıdır ve cezalandırılmalıdır ki başkalarına ibret, mağdurlara merhem olsun.
“Onların” suçu ortada, şimdi gelelim “bizim” ayıbımıza.
Yüzlercesi arasından örnek olay niteliğindeki üç vahim suç: Birincisi; 700’üncü buluşma için bir araya gelen Cumartesi Anneleri’ne ve onlara destek verenlere ahlâk, vicdan, izan sahibi hiç kimsenin kabullenemeyeceği saldırı. İkincisi; 9 ayı aşkın süredir delilsiz ispatsız, iddianamesiz içerde tutulan, hakkında her türlü yalan dolan haber servis edilen ama tek bir somut suç delili bulunamayan Osman Kavala’nın tutukluluk hali. Üçüncüsü; milletvekili seçildiği halde tahliye edilmeyen Berberoğlu, Leyla Güven ve rehine durumundaki Kürt siyasetçiler, yerel yöneticiler. Bunlara Ahmet Altan’ı, Nazlı Ilıcak’ı, kendilerine atfedilen suç bir gazetede yazı yazmak olan diğerlerini ekleyelim.
Peki bu suçlar karşısında “biz” ne yaptık, ne kadar yaptık, ne yapacağız? Bu soruya verdiğimiz /vereceğimiz cevap -bazı küçük gruplar, girişimler, tek tek kişiler bir yana- bütün olarak baktığımızda muhalefetin, yani bizim ayıbımızdır.
Önce ana muhalefet denilen CHP’den başlayalım: CHP grup başkan vekili, “Yeri geldiğinde en sert refleksimizi herkes görecek” diyordu geçenlerde. Sizin refleks göstermeniz için kırkıncı harami mi gerekiyor! Mesela önümüzdeki Cumartesi Galatasaray’da, -her demokratik dayanışma eylemine koşan üç beş CHP milletvekili değil sadece- bütün milletvekillerinizle kayıp yakınlarıyla birlikte sessizce oturmaktan sizi engelleyen nedir? Soylu, soysuz birileri o meydandakileri terörist ilan etti diye terörist görünmekten mi korkuyorsunuz?
Ya İYİ Partililer? Tek adam rejimine karşı çıkarken ve millet ittifakına ilişip faşizan devlet partisi kimliğinize makyaj yaparken demokrattınız hani, neden toz oldunuz ortalıktan? Polis değil Soylu’nun milis gücü görünümündekilerin vahşi saldırısı umurunuzda değil mi, yoksa orada kendilerini saldırıya siper eden HDP’lilerle, Hrant’ın oğluyla veya Garo Paylan’la birlikte görünüp “Ermenileşmek”ten mi korktunuz?
Saadet Partisi’nden Cihangir İslam’ın sesi çıktı beklenebileceği gibi. Yeter mi? Parti yönetimi, başlarında bilge haliyle Temel Bey ve eşi olmak üzere gelecek hafta Cumartesi Anneleri’ni ziyaret etme vicdan ve cesaretini gösterebilirler mi?
Kendilerine muhalefet diyenlerin, haktan hukuktan yana olduklarını söyleyenlerin tümü bunu gerçekleştirebildikleri gün ne Soylu’ların milisleri ne de soysuzlar taifesi cesaret edebilirler geçen haftaki rezalete.
Osman Kavala’yı demir parmaklıklar arkasından çıkarmak için yeri göğü inletmemiş, içerde ve dışarıda bütün demokratik güçleri ayağa kaldırmamış olmak da bizim ayıbımızdır. Ailesi istemiyor, eşi itidal tavsiye ediyor, vb. gibi bahanelerin ardına sığınmak için bir neden kalmadı artık. İktidarın AB ile yeniden iyi ilişki kurma çabalarına umut bağlayıp Osman’ın rehin tutulma haline utangaç bir kınama, yasak savan bir hatırlatma dışında tepkisiz, sessiz, eylemsiz kalmak bu iktidara karşıyım, demokratım diyen hiçbir siyasete ve kişiye yakışmaz. Bizler burada güçlü bir dayanışma sergilemezsek, AB’nin de kılı kıpırdamaz.
Birilerine aykırı ya da hayalci geleceğini bile bile söylüyorum: ideolojik hatları, siyasal kanatları, örgütsel bağları ve de esiri olduğumuz ezberleri aşan büyük bir buluşmaya ihtiyacımız var. Hakkı yenenin, mağdurun, ezilenin, zulüm görenin kimliğini, kişiliğini, ideolojisini, inancını, siyasetini umursamadan onun hakkını, hukukunu, özgürlüğünü kendi hakkımız, kendi özgürlüğümüz gibi savunma bilincine, yüreğine, cesaretine ihtiyacımız var.
Diğerleri yanında önemsiz sayılabilecek ama meramımı anlatmama yardımcı olacak bir örnek vereyim: Cumhuriyet Gazetesi, susmaya mahkûm edilmiş tutuklu yazarlara, gazetecilere bir pencere açabilmek amacıyla onlardan gelecek yazıları yayımlamak istemiş. İlk ulaşan yazı Ahmet Altan’ınki olmuş. Yazı kitap ekinde yayımlanınca küçük kıyamet kopmuş. (“mış” anlatımı kullanıyorum çünkü şu sıralarda gazeteden haber alma olanağına sahip olmadığım gibi sosyal medyadaki gürültü patırtıyı da ancak çevreden, çok kısıtlı ve dolaylı izleyebiliyorum.)
Şaşırmadım, ama kendi mahallem adına bir kez daha umutsuzlandım. Her türlü vesayete (şimdi de tek adam vesayetine) karşı olmak dışında Ahmet Altan’la ideolojik-siyasal hiçbir yakınlığım yoktur, ayrıca eril ve üstenci tarzı yüzünden kişisel sürtüşmem de olmuştu geçmişte. Ama bu, onun keyfî kararlarla haksız hukuksuz içerde tutulmasına, özgürlüğünden mahrum bırakılmasına, “Ne yapalım, etme bulma dünyası, o da zaten liberalin teki” diyerek göz yummamı mı gerektirir? Sevmedikleri, kızdıkları, ideolojik olarak hasım belledikleri birinin yazısının yayımlanmasının hem demokratik dayanışma hem de karşısında olduklarını iddia ettikleri hukuksuzluk rejimine meydan okuma olduğunu düşünmezler mi karşı çıkanlar? Gerçekten özgürlükçü, demokrat, hak savunucuysak iktidarın hukuksuzluğu ve zulmü karşısında Osman Kavala’nın, Enis Berberoğlu’nun, Ahmet Altan’ın, Nazlı Ilıcak’ın, Selahattin Demirtaş’ın farkı yoktur. Ayrım yaptığımız anda hukuk, adalet, özgürlük, demokrasi kavramları dilimizde kalmış, yüreğimize ve bilincimize yansımamış demektir.
Bu ruh halini aşamadıkça, köklü bir zihniyet değişimi geçirmedikçe, sözde değil özde özgürlükçü, demokrat, adil olmayı başaramadıkça, ayıbımız da zulüm karşısında güçsüzlüğümüz de sürecek demektir.