“Çözüm sürecini sabote edenlerin başında Selahattin Demirtaş geliyor. O bir projedir, partisi de öyle….. İstenmedikleri için Ada’ya (İmralı’ya) gidemeyenler var. Neden acaba? (Müstehzi bir gülümseme) Ben istihbarat sahibiyim…”
Yukarki satırlar Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç’ın Bakanlar Kurulu toplantısından sonra yaptığı ölçüsüz, densiz açıklamadan alıntılandı. Hemen öncesinde Tayyip Erdoğan da Demirtaş’ın çözüm istemediğini söylemiş, “Bunlar iki maymunu oynuyorlar” falan demişti. HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’a ve tabii ki HDP’ye Hükümet kanadından yönelen saldırıların pervasızlaşmasının görünürdeki nedeni, Cumartesi günü Dolmabahçe Sarayı’nda pişirilen, İmralı Heyeti ile Hükümet yetkililerinin ortak basın toplantısı aşına soğuk su katmasıydı.
“Çözüm süreci tarihî bir aşamaya geldi, PKK silah bırakacak, İmralı’dan gelen talepler büyük ölçüde (Hükümetin istediği doğrultuda) değiştirildi, 10 maddelik metin üzerinde anlaşıldı” havasıyla, ilk ağızda hepimizde sevinç, umut, ferahlık yaratan Dolmabahçe açıklamasının, aslında ortak açıklama ya da mutabakat metni değil, iki tarafın yan yana fotoğraf verdiği ve her birinin kendi metnini okuduğu bir basın toplantısı olduğuna çoğumuz fazla dikkat etmedik. Çözüme, barışa, normalleşmeye o kadar muhtaç ve açız ki, medya olsun, halk olsun, bardağın dolu tarafını görmeyi yeğledi. Orada varılan tek mutabakatın sürecin devam etmesi kararlılığının taraflarca teyidi ve bunun Hükümet tarafından da kitleler önünde resmen kabulu olduğu üzerinde fazla durmadık.
Dolmabahçe toplantısı önemsiz değildi. İmralı heyetiyle Hükümetin iki önemli bakanının açıkça ve resmen yan yana fotoğraf vermeleri, çözüm sürecinin devam edeceği iradesini kamuya yansıtması açısından önemliydi, süreçte bir ileri adımdı. Ama İmralı’dan gelen ve Kandil’in de bilgisi hatta onayı olduğu bilinen 10 madde üzerinde, bırakın anlaşmayı, maddelerin müzakeresine başlanacağına dair bile söz söylenmedi. PKK’nin kongresini toplayıp Türkiye sınırları içinde silah bırakma kararı alması önerisi, Öcalan’ın Kürt siyasal hareketine hakların iadesi ve taleplerin tartışılmaya başlanmasından bağımsız bir emri olarak yansıtılmak istendi.
İşte o noktada Demirtaş, faşizan İçgüvenlik Yasa Tasarısı’nı Meclis’ten kavga dövüş geçirmeye çalışanların demokratikleşme adımlarını atabileceğine güvenmediğini, iktidarın oyalama siyasetinin devam ettiğini söyleyince kıyamet koptu.
Erdoğan AKP’sinin “çözüm” siyaseti; Oslo görüşmelerinin ortaya çıktığı günlerdeki “Vallahi de billahi de biz görüşmüyoruz, devlet görüşüyor, bizim görüştüğümüzü söyleyen şerefsizdir” noktasından, “İşi İmralı ile biz bağlayacağız, Kürt hareketini teslim alacağız, PKK’ye silah bıraktıracağız, barışın mimarı olacağız” noktasına evrilirken, oyunu İmralı ile Kandil arasındaki farklılıklar, çatışmaya dönüşmesi umut edilen karşıtlıklar üzerine kurdular. İmralı’nın ellerinde olduğunu varsayıyorlardı. Öcalan’la görüşecek heyeti de kendileri belirliyor, istediklerinin önünü kesiyor, istediklerine icazet veriyorlardı. Selahattin Demirtaş heyete dahil edilmiyordu. O kaka çocuktu. Açıkça söylenmese de, Hükümet ve devlet kanadından yayılan söylenti, Demirtaş’ı Öcalan’ın istemediğiydi. Arınç’ın son açıklamasında ağzını çarpıtıp müstehzi gülümseyerek “İstenmedikleri için Ada’ya gidemeyenler var” sözleriyle îma ettiği, sonra da “Ben istihbarat sahibiyim” diyerek pekiştirdiği de bu hinoğluhinlikti işte.
(Geçerken not edelim: İmralı, Kandil, Avrupa kanadı, KCK, HDP, vb. arasında görüş farkları vardır kuşkusuz; bütün siyasal hareketlerde, AKP’ de de olduğu gibi. Hele de liderleri 16 yıldır devletin elinde tutsak olan, bileşenleri arasında devlet izniyle mektup ve laf taşınan, 30 yılı aşkın süredir silahlı mücadele veren, öte yandan legal siyaset de yapan bir harekette olmaması düşünülemez. Ancak lider kültüne sahip bir yapıda, hele de bugünün kritik koşullarında Öcalan’ın örgüte hakimiyeti ve birleştirici çimento niteliği görülmezse, hesaplar yanlış çıkar. Öte yandan, kişiliğiyle sivrilen Demirtaş gibilere karizmatik önderlerin çok da sempatiyle bakmayabileceği de lider psikolojisinden birazcık anlayanların mâlumudur. Ancak bu varsayımlar üzerine kurulacak hesaplar son tahlilde fos çıkar.)
Erdoğan, Arınç ve benzerlerine bakılacak olursa, barış için çırpınan Öcalan ve İmralı heyeti mensuplarına ve de adlarını da zikrettiği birkaç “cici” HDP’li milletvekiline karşılık Demirtaş gibiler PKK/KCK kanadından yana saf tutan barış düşmanlarıydı ve çözümü onlar engelliyordu. Arınç; sorumluluk sahibi, aklıbaşında bir siyasetçinin asla yapmayacağı şekilde Demirtaş’ı ve HDP’yi dış güçlerin AKP iktidarını ve barış sürecini provoke etmek için kullandıkları bir “proje” olarak niteledi.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Demirtaş’ın yansıttığı yüksek profilin ve aldığı sonucun iktidar partisinde olduğu kadar ulusalcı muhalefette (ve belki de Kürt hareketinin küçük bir kesiminde bile) huzursuzluğa yol açtığı anlaşılıyor. Ancak, HDP’nin yükselişi ve barajı aşması, herkesin bildiği gibi asıl AKP’yi ve Erdoğan’ın diktatoryal başkanlık rüyasını vuracak. Önümüzdeki seçimlerde AKP’nin baş hedefinin ne CHP, ne MHP, Demirtaş üzerinden HDP olacağı apaçık ortada. Bu yüzden de Demirtaş’ı itibarsızlaştırmak ve HDP’yi geriletmek için ellerinden geleni ardlarına koymayacaklar. Onun çözüm istemediği, iç ve dış düşmanların “projesi” olduğu, zaten İmralı tarafından da pek sevilmediği îmaları ve yalanları; miting meydanlarında, sokaklarda, yandaş ya da teslim alınmış medyada, hatta Kürt hareketinin içinde yaygınlaştırılmaya çalışılacak.
Haziran 2015 seçimlerine doğru gidilirken, AKP’nin kendi kitlesine ve Türk milliyetçilerine, silahların bırakılmasını sağlamış, bunu da “taviz vermeden” becermiş imajı yansıtması oylarını yitirmeme, hatta artırma açısından son derece önemli. “Dur hele! Küçük de olsa demokratikleşme adımları at, mesela Meclisteki İç Güvenlik Yasası’nı geri çek, bu haliyle sadece çerçeveden ibaret olan müzakere maddelerinin birkaçının olsun içini doldur, mesela silah bırakmanın koşullarının ve ortamının nasıl yaratılacağını tartışmaya başlayalım ki samimiyetini anlayalım; bugüne kadar yaşananlar size güvenmemizi getirmiyor” diyenleri bertaraf etme çabası bundandır.
CHP’nin yarattığı umut kırıklığı AKP ve Erdoğan diktatörlüğünden duyulan tedirginlikle birleşince, giderek daha fazla kişi, “Oyumu HDP’ye vereceğim” demeye başladı. Bu oyların mecburiyetten, kerhen değil, barış ve demokratikleşme umuduyla verilmesidir önemli olan. Bunu söylemiyle, eylemiyle, siyasî duruşuyla HDP’nin sağlaması gerekiyor. Ulusalcı olmayan sol/sosyalist kesimlerin, demokratların, emekçilerin, Alevilerin, ezilenlerin, ayrımcılığa uğratılan grupların desteğini kazanabilmek için ilk şart, kimi çevrelerin yaydığı: HDP, Erdoğan’la başkanlık için anlaştı, AKP’ye payanda olacak, oylarınız aslında AKP’ye gidecek türünden söylentileri HDP’nin sözüyle, fiiliyle, mücadelesiyle ve de seçim programıyla kesin şekilde yalanlayıp boşa çıkarmasıdır. Selahattin Demirtaş’ı iktidar nezdinde kötü Kürt yapan, açık sözlü muhalif söylemiyle bunu denemesi, AKP’nin, özellikle de Tayyip Erdoğan’ın demokrasiye tehdit teşkil ettiğini belirtmesi. Başka türlü söylersek, hepimizin Türkiye’sinin demokrasi, özgürlük, adalet talebini; yani ortak özlemlerimizi kucaklaması.
Ben HDP’nin Türkiye partisi olma yolunda ilerlediğine inanıyorum, ama daha geniş kesimleri, kuşkuyla bakanları da inandırmamız gerek. HDP, AKP ile anlaştı mı, ya da anlaşır mı kaygısı taşıyanlar, AKP kurmaylarının Demirtaş’ı yıpratmak ve HDP’yi geriletmek için ellerinden geleni ardlarına komadıklarını görmek durumundalar. Kaldı ki siyasetçileri samimiyet testinden geçirmek için önümüzde zaman ve imkân var.
İktidar bu seçimlerde HDP’nin tabloyu değiştirebilecek tek rakip olduğunu biliyor. Hırçınlıkları, saldırganlıkları, öfkeleri bundan. Herkes oyunu vicdanına göre kullanır. Kimsenin siyasal tercihine müdahale hakkımız yok. Ama, “Her kesimdenTürkiye demokratları, barışçıları, sosyal demokratları, sosyalistleri, laik cumhuriyetçileri, dolaylı da olsa AKP’yi güçlendirecek, Erdoğan’ın pervasız amok koşusuna destek verecek konumlarda olmamalılar”, demeye hakkımız var herhalde.