Bu ülkede -bırakın öncesini- sadece son yüzyılda çok insan asıldı. Her siyasî idam toplumda yeni çatışmalara, düşmanlıklara, travmalara, cepheleşmelere yol açtı. İdam cezasının caydırıcı olmadığını, ibret sağlamadığını kanıtlayan bir dolu araştırma, inceleme, istatistik var. İdam cezasının, bumerang örneği, gün gelip savunanlara döndüğü, onları vurduğu da başka bir gerçek.
Öldürmeyeceksin, der dinler; öldürmeyeceksin, der insan haklarına saygılı çağdaş hukuk devletlerinin yasaları. Bırakın insanı, hayvanın canını alanlar bile cezalandırılır. Peki devlet taammüden cinayet işleyince ne olur? Devlet öldürme hakkını kimden, nasıl alır?
İnsanın en ilkel güdüsü, -tıpkı hayvanlar gibi- tehdit olarak gördüğünü, başa çıkamadığını, canını sıkanı yok etmektir. İnsanların ilkel kan kültürünün ve vahşî güdülerin tortusunu içlerinde taşıdıkları, bireyin etik değerlerinin ve kişiliğinin yeterince gelişmediği, eril faşizan zihniyetin iktidara egemen olduğu devlet ya da din tapınçlı toplumlarda idam cezası daha yaygındır. Yoksul ve cahil halk kitleleri tarihin her döneminde ve her yerde hemcinslerinin asıldığı meydanları doldurmuş, hemcinslerinin öldürülmesini seyredip alkışlamıştır. İşte bu nedenle evrensel hukukta temel hakların en başında gelen yaşama hakkının halkoyuna sunulamayacağı ilkesi yer alır.
Olağanüstü günlerdeyiz. Herkesin heyecanı, korkusu, öfkesi burnunda. Kitlelerin her türlü yıkıcı istemlere, vahşi eylemlere yönlendirilebileceği, sağduyunun yerini kinin, öfkenin aldığı bir atmosferdeyiz. Böyle dönemlerde kitleler daha kolay gaza gelir, manipüle edilir ve en tehlikeli, en habis, hatta caniyane eylemlere yönlendirilebilir. Yaşamakta olduğumuz belirsizlik ve kaos ortamında, on beş yıl önce geride bıraktığımız bir ayıbın, idamın, yeniden yasalara girmesi tartışmalarının ülkemize ve topluma büyük zarar vereceğini düşünüyorum.
Kitlelerin idam taleplerine (ki şimdilik Fethullah Gülen’e, darbecilere yöneliyor, bir adım ötede bölücü hainler diyerek HDP’lilere ve sonra iktidarın düşman diye işaret ettiği her kesime yönelecek) önce Cumhurbaşkanı mevkiindeki kişinin, sonra Başbakan’dan bakanlara, sözcülere AKP iktidarının kafa adamlarının verdikleri “siz isteyin biz yapalım”, “halk isterse olur, siz isteyin biz asalım” türünden cesaretlendiri, onaylayıcı cevaplara bakınca ülkem adına, masum ve mağdur halk adına, etik değerler adına utanıyorum ve ürküyorum.
İdam konusunda, şu günlerde “halk isterse” söylemi pek revaçta. Peki kim bu halk? Kısıklı’da Erdoğan’ın konutunun önünde ve meydanlarda rabia ya da bozkurt işareti yaparak, tekbir getirerek, bayrağı dansöz elbisesi gibi kuşanıp neşe içinde göbek atarak (ekranların favorisi tesettürlü işveli genç kadını hatırlayın), ya da belden yukarısı çıplak (Kabataş yalanının belden yukarısı çıplak sanal saldırganlarının görüntüsü yoktu ama bunların var), elinde meşin kemer dövecek, linç edecek insan arayarak idam idam diye tempo tutanlar mı? Milli irade sözcüğü, öteki yüzde 50 milli irade dışı sayılıp nasıl AKP’ye oy verenler anlamında kullanılıyorsa, halk sözcüğü de Erdoğan’ın “dindar ve kindar” ak militanları yerine kullanılıyor. Başbakan, idam talepleri konusunda “milletim rahat olsun” diyor. Milletin kan, ölüm, idamla rahatlayacağını varsayıyor. Milletle, halkla IŞİD cihatçılarını bir tutuyor.
Meydanlara demokrasiyi korumak için çıktıkları varsayılan bu AKP (daha doğrusu Erdoğan) militanı kesimin tek demokratik (!) talepleri idam. İdam ise günümüzde demokratik bir ülkede, evrensel hukuk ve insan haklarına dayalı çağdaş bir devlette yeri olmayan bir “ceza”, bir ilkellik belirtisi. Kimileri, “idamı geri getirecekleri falan yok, kendi adamlarının gazını alıyorlar” rehaveti içindeler. Ama idamın simgesel anlamı vardır. İdamdan IŞİD’ci zihniyete giden yol ise sanıldığı kadar uzun değildir. Bu zihniyete popülizm adına prim ve cesaret vermek yarın lumpen güruhların sokak hâkimiyetine yol açar ve darağaçlarının kimler için kurulacağı da belli olmaz.
Gelelim darbeye karşı meydanlarda toplananlara… O meydanlarda temenni ettiğimiz, hayalini kurduğumuz gibi her kesimden, her partiden, her görüş ve inançtan tüm halkımız yok. NE YAZIK Kİ YOK. Olamadı. Nereden kimden gelirse gelsin ve kime karşı yapılırsa yapılsın asker-sivil bütün darbelere ama’sız karşı olan gerçek demokratlar, idam naraları atarak Erdoğan’ın milis ordusuna yazılamazlardı. Zaten salalar verilerek, tekbir çekilerek AKP belediyelerinin ve AKP teşkilatlarının hoparlörlerinden yapılan çağrı, en baştan onları dışlıyordu.
Erdoğan, idam çığlıkları karşısında, “Ne dinimiz, ne yasalarımız, ne hedeflediğimiz çağdaş. demokratik hukuk düzeni idama geçit vermez” diyebilseydi; altını çize çize, üstüne basa basa AKP’lisinden HDP’lisine, her inançtan, her kesimden halkı meydanlara demokrasiyi korumak için çağırabilseydi, işte o zaman bu badireden çıkabileceğimizi umut edebilirdik. Heyhat…
Ya muhalefet? Meydanlar; demokrasi umurlarında bile olmayan, AKP’ye bile değil Erdoğan’a destek veren, ana talepleri idam olan kalabalıklara bırakılmışsa bunda muhalefetin ve hepimizin suçu yok mu? MHP bir yana, ana muhalefet partisi denilen bir CHP var. Kılıçdaroğlu, darbe girişiminden iki gün sonra, kem küm ederek o gece Ankara’dan İstanbul’a nasıl geldiğinin, darbeyi nasıl haber aldığının masalını anlatıyor ekranların karşısında. Erdoğan’ın halka yaptığı darbecilerin önüne dikilme çağrısını, ondan daha önce Kılıçdaroğlu ve CHP merkezinin en yüksek sesle yapması gerekmez miydi?
Meydanlar; rehberleri/ imamları Tayyip Erdoğan, talepleri idam, işaretleri rabia olan Erdoğan’ın milislerine bırakıldıysa, takkeyi önümüze koyup düşünmenin zamanıdır. Ama galiba artık çok geç, her şeyin daha güç olacağı olağanüstü bir döneme giriyoruz. Bu dönemi nasıl atlatacağız, askerî darbe gibi sivil darbeye karşı da nasıl direneceğiz? Cevaplamamız gereken hayatî soru bu.