İtiraf edelim: Bölgede ve ülkede, gözlerimizin önünde kanlı bir trajedi sahnelenirken, ürkünç olayı görmemek için elleriyle gözlerini kapatan çocuklar kadar korku dolu ve çaresiziz. En azından ben kendimi böyle hissediyorum. Yakın veya uzak çevremde kendini benim gibi hissedenlerin varlığını biliyorum. Öyle üç beş arkadaştan, yoldaştan ibaret olmayan, her kesimden, her siyasal-ideolojik çevreden yüzbinlerce, milyonlarca insan şu günlerde aynı tedirginliği, aynı kaygıları, aynı korkuları taşıyor ve aynı çaresizliği paylaşıyor. Her geçen gün biraz daha gerilen, lîme lîme dağılan ve şahrem şahrem yarılan ülkemizde fay hatları derinleşirken toplumsal depremlerin şiddeti artıyor.
Yanılıyor muyum, abartıyor muyum? Keşke kötümserliğe kapılıp yanılmış olsam, keşke üç beş münferit olayı abartıyor olsam, keşke mucizeler gerçekleşse de sulha sükûna kovuşsak... Ama bakın, dört bir yandan öfke patlıyor. İnsan hayatının hiçbir anlamı kalmamış; aile husumeti, kan davası adına, kadınlara çocuklara ateş açılıyor, yedi yaşındaki yaralı çocuğun ölmediği fark edilince yeniden kurşun yağdırılıp öldürülüyor. Masum eylemlerin, demokratik protestoların bedeli ölüm olabiliyor ve ölümle, kanla, şiddetle provoke edilenlerin tepkisi topluma yine şiddet, nefret, çatışma olarak dönüyor. Meydanlar ayakta, insanlar ayakta; ne futbol sahaları, ne okullar, ne ibadethaneler kavgadan, çatışmadan muaf. Mezhep kavgası tehlikesi, etnik çatışmanın kıvılcımları, boylu boyunca içine sürüklendiğimiz Suriye batağı, en önemlisi de giderek derinleşen toplumsal yarılma ve cepheleşme ortamında, insanlar giderek çaresizleşiyor. Ve çaresizlik tepkiye, tepki öfkeye, öfke şiddete, çatışmaya dönüşüyor.
Ülkeye hakim olan gergin havayı, sert çatışma ortamını komplo teorileriyle, provokasyonlarla, muhalefetin manipülasyonlarıyla açıklamak iktidar çevrelerini rahatlatsa da aslında cebine öksürmekten veya kafayı kuma gömmekten başka bir şey değil. Son Beşiktaş-Galatasaray maçındaki olayları provokatörlere bağlamak da aynı yüzeysel devekuşu mantığının bir başka yansıması. Hatay’da, Mersin’de, Ankara’da, İzmir’de, başka onlarca kentte, bölgede zaman zaman alevlenerek sürüp giden protesto eylemlerini sadece provokatörlerin işi olarak görmek, provokasyonu da muhalefete yüklemek ülkeye hakim olan zehirli ve tehlikeli havayı yeterince açıklamıyor.
Evet; provokasyon ve provokatörler vardır kuşkusuz. Böyle dönemlerde ve ortamlarda her zaman olur, her zaman çeşitli amaçları gerçekleştirmek için hazır bekler, gerginlik ortamından yararlanırlar. Evet; kendine sol adı veren BAAS özlemcisi odakların AKP iktidarını antidemokratik yollarla düşürme gayretlerini de görmezden gelemeyiz. Ama bazen, provokasyon amacı bile gütmeden, bilinçsizce söylenen bir söz, bir tehdit, bir tavır (örneğin Başbakan Erdoğan’ın Gezi olayları sırasındaki ve sonrasındaki ayrıştırıcı, kışkırtıcı, bölücü üslubu), atılan bir slogan, kin ve nefret körükleyici bir söylem, bazen tek bir taş, ya da patlayan bir silah, nice insanın yaşamına, ülkenin huzuruna, barışa, uzlaşma çabalarına kast eden bir provokasyona dönüşebilir. Bütün mesele bilinçli veya bilinçsiz provokasyonun kitleleri tahrik ortamını bulabilmesidir. Uygun bir kovuk yoksa bombayı yerleştiremezsiniz.
Kimisi tarihten gelen, kimisi yaşadığımız muazzam değişim, dönüşüm sürecinde ortaya çıkan, iç ve dış koşulların hassas dengeler, derin çatlaklar, çatışmaya elverişli ortamlar yarattığı Türkiye’de bomba yerleştirilebilecek bol kovuk var. Ve bu kovuklar sadece derinlerden emir alan provokatörler tarafından değil, iktidarıyla muhalefetiyle siyaset sahnesinde boy gösterenler tarafından da sorumsuzca dolduruluyor. Oysa toplumu huzursuzlaştıran, istikrarsızlaştıran, ortamı boğucu kılan, insanlarda bezginlik, umutsuzluk, çaresizlik yaratan müdahalelere, çatışmalara, provokasyonlara engel olmak iktidarıyla muhalefetiyle siyasal güçlerin görevi. Ama onlar bu görevi yerine getireceklerine toplumu daha da gererek, gerginlikten oy ve iktidar devşirmeye çalışıyorlar.
Her şeyden önce, çeşitli toplumsal gruplar arasında giderek çatışmaya varan gerginliklerin yumuşamasına, barışa, normalleşmeye, sonra da helalleşmeye ihtiyacımız var. Tehlikenin farkında olan bütün sağduyulu insanlar aynı şeyi söylüyor, aynı şeyi yazıyorlar: Sağıyla soluyla, Türküyle Kürdüyle, Müslümanı, Hıristiyanı laikiyle, Sünnisi Alevisiyle, emek kesimiyle sermayesiyle; öncelikle cinnete varan bu çatışma ve gerginlik ortamından çıkıp, gündelik yaşamın da siyasetin de normal seyrinde akacağı bir ortama ihtiyacımız var. Bu ortamın tesisinin şifreleri ise hiç de karışık, karmaşık değil: Demokratik hak ve özgürlüklerin herkese eşit yurttaşlık temelinde sağlanması; çoğunlukçu, buyrukçu, otoriter yönetim yerine katılımcı, çoğulcu siyaset anlayışının yerleşmesi... Somutlayacak olursak; bir türlü becerilemeyen, uzlaşılamayan sivil anayasanın; din, mezhep, etnik köken ve ideoloji körü bir bakışla ve demokratik bir ruhla hazırlanıp yürürlüğe girmesi. Daha da somutlarsak, yurttaşlığın Türklük temelinde değil Türkiyelilik temelinde tanımı, Türkçe resmî dil olarak korunurken herkese anadilinde eğitim hakkı, inanç eşitliği ve özgürlüğü; değiştirilmesi için anayasaya bile ihtiyaç olmayan Terörle Mücadele Kanunu’nun kaldırılması, bunun sonucu olarak KCK ve bütün diğer davalarda yıllarca hapishanelerde yatan ya da mahkûm edilen binlerce insanımızın özgürlüklerine kavuşmaları ve haklarının iadesi, 12 Eylül rejiminin partiler yasası, seçim yasası (özellikle baraj), vb. gibi faşizan yasalarının değiştirilmesi. Alevi yurttaşlarımızın mutlak inanç özgürlüklerini sağlayıcı yasal ve anayasal düzenlemelerin yapılması...
Hayalci değilim; bunlar yapılırsa gerginlikler, çatışmalar, bizleri birbirimizden ayıran, hatta düşmanlaştıran derin siyasal-ideolojik çatlak bir anda yok olur demiyorum. Her kesimden marjinal grupçukların, çatışma kültürüyle yoğurulmuş odakların, mağduriyetten intikamcılık cıkaranların, antidemokratik yollarla iktidar olma heveslilerinin, savaştan nemalananların, iktidarın besleme kullarının ve muhalefetin “askerlerinin” ortamı provoke etmek için ellerinden ne gelirse yapacaklarını biliyorum. Ama normalleşmeye, barışa, helalleşmeye doğru atılacak her minik adımın (bazen bir sözün, beklentilere cevap veren ufacık bir değişikliğin bile) toplumda büyük değişimler yaratacağını da biliyorum.
Peki neden bir türlü atılmaz bu adımlar?
Kendini Müslüman demokrat olarak tanımlayan iktidar partisinin sınıfsal- ideolojik yapısı, dünyaya bakışı, vizyonu, Sünnî Türk damarı, mutlak iktidar tutkusu, attığı ve atmaya niyetlendiği adımları kısıtlıyor; amenna. Tehlikeli kutuplaşmanın, biz-onlar söyleminde ifadesini bulan ötekileştirici, tahrikçi siyasetin başlıca sorumlusu Başbakan’ın bizzat kendisi ve partisi; amenna... Peki muhalefet, iktidarı çözüm getirmeye, demokratik adımlar atmaya, ortamı yumuşatmaya zorlayamaz mı? Bizde ne oluyor? Anayasal düzenlemelerin ve demokratik adımların atılmasını kendi varlık nedeni ve hedefleri açısından da zorunlu gören BDP’yi bir yana bırakırsak, barış umutlarının yeşerdiği, uzlaşma kültürünün filizlendiği, biraz daha huzurlu, biraz daha sakin bir Türkiye için olmazsa olmaz niteliğindeki yasal düzenlemelere, barış sürecine, 12 Eylül Anayasası’nın değiştirilmesine şiddetle karşı çıkanlar kimler? Erdoğan’ın cepheleştirici, tahrikçi, kof hamasete, kibirli böbürlenmeye dayalı siyasî söylemine aynı şekilde - hem de beceriksizce- mukabeleye çalışanlar kimler? Ana muhalefet partisi CHP ve MHP değil mi?
Zaten bu adımları içine sindirmeden, pragmatizm ve oy hesabıyla kerhen atan, bir adım ileri iki adım geri giden AKP iktidarı, kendisinden daha geri bir muhalefet karşısında neden daha ileri adımlar atsın; paketli Erdoğan demokrasisinin paketi neden daha dolu olsun ki! Ulusalcı kanadın ipoteği altındaki CHP’nin ve çeşitli meşrepten ulusalcıların, ürkek ve niyetsiz demokratik adımlara bile taş koymakta yarıştıkları bir siyasî ortamda, “AKP demokrasisi”nden daha ileri nasıl gidilebilir?
Ben ve benim gibilerin şu günlerde artan karamsarlığımızın, içimizi kemiren çaresizliğin asıl nedeni bu alternatifsizlik işte. Bu ülkede gidişattan ciddi endişe duyan, iktidarın attığı adımları hem ülke hem de kendi yaşamı ve özgürlüğü için tehdit olarak algılayan, demokrasinin sadece oy yüzdesiyle ölçülemeyeceğini bilen, Müslümanı, Hıristiyanı, laikiyle; Türkü, Kürdü, Alevisi, Sünnisiyle eşit yurttaşlık temelinde barış içinde yaşamak isteyen milyonlarca insan bu gidişe dur diyebilecek bir siyasal gücün, demokratik bir muhalefetin eksikliğini duyuyor. AKP’nin köpeksiz köyde değneksiz dolaşabilmesinin nedeni de bu boşluk değil mi zaten?
Bu ülkeye, yepyeni bir siyasal alternatif gerek. Eskinin prangalarından, ezberlerinden, kısıtlamalarından kurtulmuş; başka bir dünyanın, başka bir yaşamın mümkün olduğunu bilerek, o dünyayı, o yaşamı büyük ütopyamızın değerleriyle örmeye bugünden başlayan, 21. yüzyılın dünyasını kavrayan, dar milliyetçiliğin, insanı doğayı feda eden kalkınmacılığın ve her çeşit bağnazlığın çemberlerini aşmış; insanı, doğayı, paylaşımı, barışı, diyaloğu, dayanışmayı merkeze alan, iktidar köleliğinin prangasını kırıp devrimde devrim yaratabilen bir alternatif.
Mümkün mü? Belki benim ömrüm yetmez görmeye ama madem ki soru bir kez soruldu, cevabı da verilecek demektir. İş ki biz, bugünden cevabı aramaya başlayalım, iş ki sözde değil özde demokratik, laik ama herkesin inancına, yaşamına saygılı, dünyalı, barışçı bir iktidar alternatifi hayal edebilelim. Ve asıl; aynı yöne doğru bakanlar, aynı ütopyanın parçası olanlar, aralarına sokulan kamaların yaralarını iyileştirip, çatışma kültürünün tortularından arınıp 21. yüzyılın yeni Türkiyesi için birlikte adım atmaya cesaret edebilelim.