Bir zamanlar Kıbrıs “Akdeniz’in ortasındaki batmaz uçak gemisi” diye anılırdı...
Bir zamanlar Kıbrıs “Akdeniz’in ortasındaki batmaz uçak gemisi” diye anılırdı. İngiliz-Amerikan emperyalizmi ile Sovyet bloğunun tahtaravallisi, dünyanın en hassas çatışma/ denge noktalarından biriydi yeşil ada. Emperyalist güçlerin kendi oyunlarını Türkiye ve Yunanistan üzerinden kurdukları; o zamanlar iç içe yaşayan Rum ve Türk halklarını birbirlerine karşı kışkırtarak kanlı provokasyonlarla, Rum ve Türk faşist örgütlenmelerinin önayak olduğu katliamlarla, Akdeniz’deki üstünlüklerini ve de üslerini korudukları kritik bir bölgeydi. Gençler bilmez, ortayaşlılar bile ayrıntıları hatırlamaz. Benim kuşağım “Kıbrıs Türktür, Türk kalacaktır” mitingleriyle, “Ya Taksim ya ölüm” sloganlarıyla “Kızıl Papaz Makarios” söylemiyle yetişmiştir. Sonraları, yeşil adanın nasıl kana bulandığını, çözümsüz bir sorunlar yumağına nasıl dönüştürüldüğünü, yani Kıbrıs gerçeğini Kıbrıslı arkadaşlarımdan, yoldaşlarımdan dinledim. Yetinmedim kitaplar okudum. Kıbrıs’a birkaç kez gidip her iki kesimdeki insanlarla, siyasal akımların temsilcileriyle, sosyalistlerle, aydınlarla tanıştım. Kıbrıs konusunda ne kadar yanlış bilgilendirildiğimizi, gerçeklerin ne kadar çarpıtıldığını, orada ne büyük oyunlar döndüğünü kavradım. Başbakan Erdoğan’ın Kıbrıslılar hakkındaki talihsiz yorumları, konuyu yeniden hatırlattı; bildiklerimi, sezdiklerimi paylaşmak istedim. Kıbrıs Nasıl Türkleştirildi? Burada Kıbrıs tarihini etraflıca hatırlatacak ne yer, ne de benim Kıbrıs tarihi uzmanlığım var. Ancak yıllardır bizlere yutturulan “Kıbrıs Türktür ve milli davamızdır” propagandasının içyüzünü anlamadan olup bitenleri kavramak pek mümkün değil. Önce kısaca ifade etmek gerekirse, Kıbrıs Türk değildir, Türkleştirilmiştir. Adanın yerlisi Kıbrıslılar, ister Türk ister Rum olsunlar, kimliklerini her zaman Kıbrıslı olarak ifade etmişlerdir. Kıbrıs Türkü sözü bile çok daha sonraki dönemlerde çıkmıştır ortaya. Milattan önce Fenikelilerden başlayıp Ege, Yunan, Asur, Pers medeniyetleri, sonra Bizans, daha sonra Lüzinyanlar, 1489’dan sonra Venedikliler, coğrafi konumu yüzünden başı dertten kurtulmayan Kıbrıs adasında hakimiyet kurdular, 1571’de Ada’nın yönetimi Osmanlılara geçti. Osmanlı fetih yoluyla elde ettiği topraklara Anadolu’dan 20 bin kadar Müslüman Türk nüfus yerleştirdi. 1878’de Ada İngilizler tarafından işgal edildi, Osmanlı, anlaşmayla Ada üzerindeki haklarından vazgeçti. Kıbrıs’ın bu statüsü 1923’te Lozan antlaşmasıyla da onaylandı. Türkiye Cumhuriyeti Ada üzerinde hak iddia etmediği gibi Kıbrıslı Türkler meselesi de gündeme getirilmedi. 1960 yılına kadar İngiliz sömürgesi olarak kalan Kıbrıs 1960 sonrasında bağımsız devlet oldu. Ama tabii ki, oldu da olamadı. ABD emperyalizmi ve NATO çerçevesinde İngiltere, Yunanistan ve Türkiye Ada’da garantör devlet ilan edildiler. Sonraki yıllarda ise Ada’nın Türklerle Rumların birarada yaşayacakları bağımsız ve bağlantısız bir ülke olmasının önüne geçmek için, bir yandan Emperyalist güçler, NATO; öte yandan Yunanistan’ın ve Türkiye’nin askercil, faşizan, milliyetçi çevreleri ellerinden geleni ardlarına koymadılar. En önemli silahları iki halkı birbirlerine düşürmekti. Yunanistan’a ilhakı (enosis’i) amaçlayan Rum EOKA ile, Türk Gladyosuyla aynı dönemlerde ve iç içe kurulan Denktaş liderliğindeki Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) bu görevi silahlı, kanlı ve başarılı (!) biçimde gerçekleştirdiler. Cinayetler, toplu katliamlar, nice faili meçhuller yaşandı. Çok kaba fırça darbeleriyle çizmeye çalıştığım tabloyu tamamlamak için, 1960- 70’lerde Ada’da güçlü bir solun varlığını ve Kıbrıs Komünist Partisi AKEL’in Türk ve Rum üyeleriyle Ada’nın bağımsızlığı ve bağlantısızlığını savunarak, neredeyse seçim kazanacak güce ulaştığını da söylemek gerek. 1974’te faşist Sampson’un; Kıbrıs Cumhuriyeti’nin başkanı Makarios’u bağlantısızlara yaklaşması ve AKEL’le yakınlaşması nedeniyle darbeyle devirmesi üzerine, Ecevit hükümeti garantörlük statüsüne dayanarak 1974 Temmuzu’nda Ada’ya askeri müdahalede bulundu. Türkiye’nin müdahalesi sonucunda faşist Sampson’la birlikte Yunanistan’daki faşist Albaylar Cuntası da devrildi. EOKA’cı Rumların giderek artan saldırılarına maruz kalan Kıbrıs Türklerini koruma gerekçesiyle geçekleştirilen bu müdahaleden sonra, Türk ordusu gerekli önlemler ve anlaşmalar sağlanarak geri çekileceğine hemen ardından ikinci müdahale geldi ve Ada’ya yerleşen Türkiye, uluslararası hukuka ve Birleşmiş Milletler’e göre “işgalci devlet” olarak bölünmüş, parçalanmış Kıbrıs’ta varlığını bugüne kadar sürdürdü. 1974 Kıbrıs harekatının ardından Kıbrıs’a Türkiye’nin dört bir yanından nüfus aktarıldı ve gelenlere ayrıcalıklar sağlandı. Güney’e çekilen Rumlardan boşalan mülklere Türkiye’den gelenler el koydu. Asker-sivil erkân; evler, villalar, arsalar, bahçeler edindi. 1974’te Kıbrıs Türklerinin toplam nüfusu 150 bin kadarken, bunların özellikle üst gelir gruplarından 40 bini aşkını Türk ordusunun adaya yerleşmesinden sonra Kıbrıs’dan ayrıldı, çoğu İngiltere’ye göç etti. “Beyaz Kıbrıslı”ların kendilerini her zaman İngiltere’ye daha yakın hissettiklerini, Adalı Türklerin Türkiye’ye hiçbir zaman özel bir yakınlık duymadıklarını da burada belirtmekte yarar var. Türkiye’den başka bir ülkenin resmen tanımadığı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin nüfusu, 2006 yılı resmi verilerine göre 245 bin civarındaydı. Kıbrıslıların ifadelerine göre,Türkiye’den özellikle de son on beş yılda gelenlerin önemli bölümü resmi kayıtlarda yer almadığından, Kuzey Kıbrıs’ın nüfusu halen 300 bini aşmış durumda. Kıbrıslı genç nüfusun Ada’dan ayrılma ve Avrupa ülkelerine göç süreci devam ettiğinden, yapılan hesaplara göre, şu andaki nüfusun üçte ikisinden fazlası, 1974’ten sonra çeşitli dalgalar halinde Ada’ya gelip yerleşen Türkiyelilerden ve onların çocuklarından oluşuyor. Özetle 1974’ten sonra, Kuzey Kıbrıs’ı Türkleştirme politikası başarıya ulaşmış görünüyor. Çözümsüzlüğü Yaratan Zihniyet Türk derin devletinin Kıbrıs stratejisini çözümsüzlük üzerine kurduğu; Kıbrıs’ta çözümü engellemek için sadece politik oyunlarla yetinmeyip daha 1950 ortalarından itibaren, zaman zaman kanlı eylemlere, manipülasyonlara, provokasyonlara başvurduğu, konuyu yakından izleyenler için bilinmedik şeyler değil. Denktaş’ta temsilcisini bulan zihniyeti ve ardındaki örgütlenmeyi devletin darbeci, vesayetçi, statükocu geleneğinden ayrı düşünmek mümkün olmadığı gibi, derin devletten ve onun Gladyo, Özel Harp Dairesi, vb aygıtlarından ayırmak da mümkün değildir. Kişiler, yöntemler, kurumlar iç içe geçmiştir. Binlercesi arasından sadece bir örnek: Halen Ergenekon davalarından tutuklu Türk Metal Sendikası Başkanı Mustafa Özbek’in Kıbrıs’ta kendi adını taşıyan sözde eğitim tesislerinden Abdullan Çatlı başta olmak üzere kimlerin geçtiği, Kuzey Kıbrıs kumarhanelerinde kimlerin neler döndürdüğü, faili meçhullerin izlerinin kimlere uzandığı Susurluk raporlarından Kıbrıs’da bulunmuş emekli paşaların hatıratlarına, akademik çalışmalardan gazete haberlerine, çeşitli belge ve kaynaklarda yer alıyor. Denktaş’ın Kıbrıs’ı AB’ye Türk ve Rum kesimleriyle bir bütün olarak sokacak Annan planını sabote etmek için yıllar boyunca verdiği uğraş; görüşmeleri kimi zaman katılmayarak, kimi zaman hastalanarak (!), katıldığında da uzlaşmaz tavırlarla baltalaması; hem Ada’nın hem de Türkiye’nin AB’ye giriş sürecini tıkamak için elinden geleni ardına koymaması ilgilenenlerin hafızalarındadır. Referandumlar öncesinde, Annan planının her iki tarafça kabulüne çok yaklaşıldığı bir dönemde, yine hastalık bahanesiyle ortadan yok olan Denktaş’ı temsilen yurtdışına giden Kıbrıs konusundaki baş danışmanı Mümtaz Soysal’ın havaalanında söylediği “imzalamamaya gidiyorum” sözünü unutmak da mümkün değildir. Dönemin Cumhurbaşkanı A.Necdet Sezer’in, Denktaş’ın yerine seçilen yeni Kıbrıs Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’a aylarca randevu vermezken, aynı günlerde Denktaş’ı kırmızı halılar sererek Köşk’te kabul etmesinin neyin mesajı olduğu da herkesin malumudur. T.C. devletinin hiç iyi gözle bakmadığı Annan planına onay, Kıbrıs’ta statükonun sarsılması ve AB yanlısı eğilimler derin devlet tarafından kuşkuyla izlenmiş, başarısızlığı için elden gelen arkaya konmamış; o sıralarda sorunun çözümünden yana görünen AKP, başta CHP ve askeri kanat olmak üzere bütün “ulusalcı” güçler tarafından Kıbrıs’ı satmakla, Türkiye’nin bölgedeki çıkarlarını sarsmakla, hatta ihanetle suçlanmıştır. Eğer Ergenekon veya adı her neyse Türk Gladyosu’nu ortaya çıkarmaya ve defterini dürmeye gerçekten niyet edilmiş olsaydı, o davanın Kıbrıs’a uzanması kaçınılmazdı. Nitekim bir ara gündeme gelen ve Denktaş’ı telaşlandıran böyle bir söylenti veya niyet, hemen ört bas edilmiştir. Özetle Kıbrıs, Türk derin devletinin ve onun operasyonel aygıtlarının en önemli merkez üslerindendir. Kıbrıslılar artık vesayet istemiyor Başbakan Tayyip Erdoğan’ın; bunca yıldır her türlü çirkin politikaya ve kanlı oyunlara alet edilmeye çalışılmış, önleri kesilmiş, yoksullaştırılmış çilekeş Kıbrıs Türk kesimi halkına reva gördüğü muamele, kullandığı dil, aşağılayıcı söylem, -onun sık sık kullandığı tabirle- kimse kusura bakmasın ama çok talihsiz, ayıp ve haksızdır. O insanları bu hale düşüren Türk devletinin bizzat kendisidir. Oraya yüzbinlerce Türkiyeliyi yığarak, bunu neo-kolonizatör bir devlet politikası haline getirerek, Kuzeydeki Rum mülklerini Türkiyeli bürokratlara, yüksek rütbelilere veya gizli görevlerdeki üst düzey zevata peşkes çekerek, 30 bini aşkın ordu mensubunu ve bir o kadar da çeşitli gizli teşkilat mensubunu besleyerek, Kıbrıslılara işgal ülkesinin yerli halkı veya kapıkulu muamelesi yaparak, en önemlisi de Türk kesimini dünyadan izole ederek, bugünkü çıkmazı ve tepkileri devlet yaratmıştır. Kendilerini Adalı olarak tanımlayan gerçek Kıbrıslı Türkler, kurtarıcı Türkiye’nin kalıcı işgalciye dönüşmesine her zaman karşı çıkmışlardır. Türkiye’den getirilip Ada’ya yerleştirilen nüfusun özellikle ikinci kuşağı umut ettiği özgür, bağımsız ve müreffeh ülkeye kavuşamamış, tek çıkış yolu gördükleri AB’ye katılım umutları da giderek sönmüş, mağduriyet ve kandırılmışlık duygusu giderek artmıştır. Kendi varlığını tehdit eden ordu içindeki vesayetçi, darbeci odaklara karşı siyasi irade koyabilen AKP’nin ve Erdoğan’ın yıllardır iktidarda olduğu düşünülürse, Başbakan’ın “çıkmazı ben yaratmadım” deme hakkı da artık kalmamıştır. Başka halkları, örneğin Mısır halkını ekmek ve özgürlük mücadelesinde cesaretlendirirken kendisine yönelen her türlü özgürlük talebine ve eleştiriye karşı kırmızı görmüş boğa tepkisi veren Erdoğan, Kıbrıs Türk kesiminden yükselen sesleri yanlış değerlendirmekle kalmamış, sözde bağımsız KKTC yönetimine, göstericileri sindirme ve koğuşturma telkininde de bulunmuştur. Buradaki en vahim yanılgı, Kıbrıs halkının Türkiye’nin uydusu ve beslemesi değil bağımsız Kıbrıslı olma, işgali ve vesayeti reddetme taleplerini, kimilerinin son derece saygısızca ifade ettikleri “mamaları kesildi de ondan tepki veriyorlar” şeklinde okumaktır. Hem Erdoğan’ın hem de AKP’nin diğer sözcülerinin vurguyla telaffuz ettikleri “çirkin” sözcüğü, Kıbrıslıların haklı demokratik tepkilerine değil, derin devletin geleneksel Kıbrıs politikasına ve bu politikaya teslim olan AKP’nin Kıbrıs sorununa bakışına daha fazla yakışmaktadır. Bu köşede sık sık dile getirmeye çalıştığım gibi, ilk reformcu adım ve atılımların hemen ardından AKP ve Erdoğan kendi sınıfsal- ideolojik zihniyet dünyalarının sınırlarına toslamış görünmektedirler. Fetihçi özlemlerin ve derinlerdeki İslamcı- milliyetçi güdülerin Başbakan’ın kişiliği ve üslubuyla birleşmesiyle çizilen bu sınırlar Kıbrıs düğümünü çözmekten uzak olduğu kadar, hem Kıbrıs hem de Türkiye için AB hedefinden de bir o kadar uzaktır.