Yazıya bu başlığı kafiye tutturmak için koymadım. 1937-38 Dersim kırımı, bu ülke halklarının vicdanında için için işleyen, neşter vurulup cerahat akıtılmadıkça kangrene dönüşüp toplumsal organizmayı zehirleyen bir yaradır. Kızılbaş/ Alevi inancına sahip olanların, kırıma, katliama uğrayanların, Zazaların, Kürtlerin, bugünkü Tunceli ile sınırlı kalmayan geniş Dersim coğrafyası halklarının yarası değildir sadece. Asıl derin yara: muktedir Sünnî Türk’ün unutmak, karartmak, yok saymak, varlığını inkâr etmek için çırpındığı vicdan yarasıdır.
Önce ne olayın ne de yaranın farkındayızdır. Bir adım sonra, birşeyler sezmeye başladığımızda bilinçaltımız kuşkuyu kafamızdan yüreğimizden kovmaya çalışır. Kuşkuyu yenemeyip de farkına vardıkça, görmeye bilmeye zorlandıkça ilk duygumuz inanmamaktır; deliller, kanıtlar, tanıklıklar, hepsi uydurulmuştur, kötü niyet ürünüdür. Gerçek, görmezden gelinemeyecek hale gelirse suça haklı nedenler, gerekçeler ararız. Daha sonra başkalarını sorumlu tutma, suçu ötekilere atma aşaması gelir. Eğer suçumuzla, vicdanımızla hesaplaşabilirsek, mağdur ettiğimizden özür dileyip mağduriyetini gidererek ödeşirsek, hem kendimizle hem de kurbanımızla barışırız. Bunu beceremedikçe vicdanımızı uyutmaya çalışırız. Ama vicdan uyumaz, yara işleyip durur. Kötücülleşiriz, düşmanlaşırız, gaddarlaşırız. Kurtuluş sandığımız inkâr, kafamızı da yüreğimizi de zehirler.
Tarihimizin utanç verici sayfalarından biri; 1915 Ermeni soykırımından sonra belki de en ağırı olan Dersim olaylarıyla ilgili farkındalığımın ne kadar geç geliştiğini düşündükçe hem suçluluk duygusuna kapılıyorum hem de farkındalık eksikliğinin bilmeden, istemeden insanı nasıl gaddarlar safına ittiğini kavrıyorum.
Tunceli’yi bilirdim de Dersim dört dağ içinde hüzünlü bir türküydü benim için. Resmi tarihimizde, Cumhuriyet’e karşı aşkiya, feodal şeyh-ağa ayaklanmasının bastırılması olarak geçen Tunceli harekâtını okumuş, duymuşluğum vardı da Dersim Tertelesi’ni bilmezdim. 1970’lerin sol hareketinde, köylü devrimciliği geleneğinde, kır gerillası çizgisinde bölge çıkışlıların ağırlığının farkında olsam da, bunun derin kökleri üzerinde düşünmemiştim. Farkındalığımı edebiyata borçluyum. Önce elime tutuşturulan bir kaç roman/hikâye kafamda soru işaretleri yarattı. Güçlü metinler değildi çoğu; itiraf edeyim ki, olayları abartan propagandif yayınlar olduklarını düşündüm. Sonra daha iyi birkaç anlatıyla ve daha da önemlisi bölge müziğiyle, türküleriyle, ağıtlarıyla, ille de fotoğraflarla karşılaştım. Hepsinde ortak bir acı, bastırılmaya çalışılan ama bastırılamayan bir isyan, sezip de bilmediğimin ipuçları vardı.
1990’dan sonra konuyla ilgili kitaplar, resmi belge derlemeleri, tanıklıklar, gerçek edebiyat değeri taşıyan romanlar, hikâyeler birbiri ardından yayınlanmaya başladı. Dersim’de neler oldu sorusu, her okumada kendini biraz daha fazla dayatıyordu. Sonra çok özel bir şey yaşadım: Annemi kaybettikten sonra, onun eşyalarını toplarken, kurmay subay olan babamın, üzerinde “26 Ağustos 1938, 3.Ordu Tunceli Manevrası Hatırası” yazan, ortasında Atatürk’ün imzası bulunan madalyasıyla karşılaştım. Ve... altüst oldum. Benim barışçı, demokrat, karınca ezmez babamın Dersim katliamıyla ne ilgisi olabilirdi! Önce red: Bu madalya babama ait olamaz, herhalde yanlışlıkla annemin eşyaları arasına karışmış. Sonra içimi rahatlatacak bir kanıt arayışı: Babam o tarihte Trabzon’daymış, Tunceli ile ilgisi yok. Daha sonra kuşkunun iğvasıyla biraz araştırma: Dersim harekatının planlarının 1937’de bizzat Atatürk’ün de katılımıyla Trabzon’da bir kurmay heyeti tarafından yapıldığını öğrenmek... Ve şimdi, artık sorabileceğim, öğrenebileceğim kimsenin yaşamadığı bir dönemde, “Herhalde babam yoktu o heyette” tesellisine sığınmak...
Madalyayı bulduktan sonra Dersim’le ilgili resmi belgelerden yöre musikisine, Kızılbaşlık, Alevilik, Zerdüştlük inancıyla ilgili metinlerden doğrudan tanıklıklara, dilbilimsel kitaplardan tarihe, vb.vb. ne buldumsa, ne varsa içine gömüldüm. Dersim’i, biraz öğrendim, anladım, içimde duydum. O Muhteşem Hayatınız romanının odağına (Can yayınevi, 2012) Dersim’le ve kendi gerçeğiyle karşılaşan, hesaplaşan ana-kız iki kadını yerleştirdim. (Romanın ulusalcı çevrelerin ve kişileri saldırısına uğramasının nedenini o sırada anlamamıştım, artık kavradım)
Özel hikâyemi neden mi anlatıyorum? Geçtiğimiz günlerde televizyon ekranlarında anlı şanlı akademisyenler, tarihçiler, siyasetçiler Dersim özrünü tartışırlarken çoğu adına ama özellikle de “Efendim, ne olmuş, neden olmuş bilmiyoruz, belgeler açılmalı, incelenmeli, konu tarihçilere bırakılmalı, v.b” diyen sözde tarihçi, sözde bilim insanları adına utanç duydum da ondan.
Dersim’de neler olduğunu tartışma götürmeyecek şekilde ortaya koyan, resmi belge, yazışma, tutanak, beyanat, ne isterseniz hepsi var. Yüzlerce, binlerce tanıklık, fotoğraf, anı, itiraf, ağıt, türkü, ne isterseniz var. Irkçılık gözbağınızı, şoven milliyetçiliğinizi, Sünnî bağnazlığınızı, ille de siyasal hesaplarınızı bir yana bırakabilseniz ne yeni belgeye, ne arşivlere, ne araştırma komisyonlarına ihtiyacınız kalır.
Beyler (ve de bazı şahin hanımlar) Dersim’de tarih boyunca ama asıl 1937-38’de neler olduğunu ben söyleyim size: Dersim’de “medenî olmayan”, “hayvan gibi yaşayan”, “şiddetten başka şeyden anlamayan” bir halk Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kararıyla, planlamasıyla “fare gibi zehirlendi”, “yediden yetmişe kesildi”, sağ kalanlar Anadolu’nun dört bir yanına zorunlu iskâna gönderildi. Yeniden güçlenmesinler, çoğalmasınlar, kimliklerini unutsunlar diye aile fertleri, çocuklar bile birbirinden ayrıldı, farklı yerlere sürgüne yollandı; tarlalarda, ırmak boylarında kurşunlanıp, süngülenip öldürülen analarının etekleri altında sağ kalan bebeler evlatlık verildi yada yetimhanelerde toplanıp Türkleştirildi, Sünnileştirildi. Böylece “bölgenin Kürtleşmesi” engellendi, “Kızılbaş öldüren asker cennete gider” telkinleriyle Dersim’in sadece inanç dünyası, kültürü değil insan varlığı da tüketilmeye çalışıldı. Bu devlet zulmünün, bu katliamın nedeni ve amacı, yüzyıllardır yumuşak asimilasyon yöntemleriyle başa çıkılamamış bir bölgenin halkını “tedip ve tenkil” ile Türkleştirme-Sünnîleştirme-medenileştirme(!) idi.
Öyle şeyler oldu ki, harekâta katılanlar “hayatımın o dönemini yazmaktan, okurdan özür dileyerek imtina ediyorum” demek zorunda kaldılar. Şahit olduklarından, yaptıklarından utanç duyuyorlardı.
15 Kasım 1937’de, Seyit Rıza idam sehpasından “ Evlad-ı Kerbela’yız, bîgünahız. Bu ayıptır, bu zulümdür, cinayettir” diye sesleniyordu. Oğlunun asıldığını görmemek için önce kendisinin darağacına çekilmesini istemiş, bu son isteği bile kabul edilmemişti.
Birkaç yıl önce; tarihi, olayları, insanları, inançları, her türlü acıyı, yarayı siyasî amaçları uğruna kullanmaktan çekinmeyen zamanın başbakanı Tayyip Erdoğan CHP’yi vurmak, karıştırmak, yıpratmak için “Eğer literatürde varsa, Dersim için özür dileriz” gibi tuhaf bir cümle kullandı. Literatür derken herhalde teamül gibi bir şey söylemek istemişti. Literatürü bilmem ama örnekleri teamülde var. Son yıllarda, tarihindeki benzer olaylar ve insanlık suçları için özür dileyen devletler arttı. Çünkü toplumsal huzurun ve barışın geçmişle yüzleşmeden, ödeşmeden sağlanamayacağı anlaşıldı.
Tayyip Bey, “literatürde varsa” dilediği kısmî ve sözde özürle amacına ulaştı. CHP karıştı, kendisi de Dersimli olan Kılıçdaroğlu tam özür dileyecekken başta Öymen, Baykal ve tüm ulusalcı şahinler üstüne öyle bir çullandılar ki pısıp vazgeçti. CHP içindeki fay hatlarına bir yenisi eklendi.
Son olarak AKP’nin artık temcid pilavına dönen Alevi çalıştaylarının bilmem kaçıncısı vesilesiyle Dersim özrü yine gündeme geldi. Ve tabii yine iki taraflı siyasal çıkar hesaplarıyla. AKP: hem Alevileri “tavlamak” ama asıl Dersim katliamının CHP ve Atatürk döneminde yaşandığı gerçeğini kaşıyarak CHP’yi köşeye kıstırmak ve bölünmeleri körüklemek için. CHP: bu belden aşağı siyasal atağı savuşturmak için...
Bir televizyon programında CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu dayanamayıp Dersim için, hem de partisi adına özür dilediğini söyleyince, CHP’de kızılca kıyamet koptu. Öyle ki eski CHP milletvekili, Balyoz-Ergenekon davaları avukatı, ağır toplardan Şahin Mengü, Tanrıkulu’na “şerefsiz” demekten bile çekinmedi. Ulusalcılar Tanrıkulu’nun ve onu partiden ihraç etmeyen Kılıçdaroğlu’nun istifasını ister oldular. Bir katliamdan özür dilenmesini şerefsizlik saymanın insanı o sıfata yaklaştıracağı bir yana, suç ortağı yapacağı gerçeği bile düşünülmedi.
Bu öfke ve inkârın görünürdeki nedeni, özrün dönemin CHP’sini ve Cumhurbaşkanı Atatürk’ü töhmet altında bırakacağıydı. Asıl neden ise Dersim “tedip ve tenkil”ini hâlâ haklı ve zamanında gerekli gören zihniyetti. Partilerinin bu zihniyetle yüzleşip hesaplaşmadan bir adım bile ileri gidemeyeceği gerçeğini görmüyorlardı.
Özür dilemek tabii ki iyidir. Konunun gündeme gelmesi, konuşulması en azından farkındalığı artırır. Ama özür aslında vicdanî bir edimdir. 1915 soykırımı, Dersim, Varlık vergisi, 6-7 Eylül ve benzeri devlet suçları için özür dilemenin anlamı “biz bu devlet zihniyetini reddediyoruz” demek ve mağdur edilmiş kesimlerle barışmaktır. Bu da, ne Erdoğan gibi siyasî hesaplarla “literatürde varsa” sözde özür dileyip sonra “dini Zerdüşt olanlar” demekle; Kızılbaşlığın, Dersim inancı ve kültürünün Anadolu Aleviliğiyle ilgisi olmadığını söylemekle, Dersimlileri ve inançlarını ötekileştirmek ve şeytanlaştırmakla olur; ne de özür dileyenleri şerefsiz ilan etmekle.
Devlet özrü, günün gereği siyasi hesaplarla söylenmiş havada uçuşacak bir sözcük değildir. Mağduriyetleri giderecek her türlü maddi manevi yükümlülüğün yerine getirilmesiyle olur. En önemlisi de Dersim’in bir zihniyetin suç silsilesinin sadece bir parçası olduğu bilinciyle, tarihimizle cesurca hesaplaşmakla olur. Yoksa Dersim, daha küçük çapta ama aynı nitelikte Roboski ile, Rojava ile, daha niceleriyle çıkar karşımıza ve tekrarlanır durur.
Özür; bir daha asla demek içindir.