Eski tüketilmeden yeni kurulamaz
Ne dünyada ne de Türkiye’de hiçbir şey ama hiçbir şey yüz yıl önce, elli yıl önce, yirmi yıl, hatta beş yıl önce olduğu gibi değil. Yapay zekâlı robotların bağımsız düşünmeleri ve kendi aralarında bir dil geliştirmelerinden ürküp fişlerinin çekildiği, bir parmak dokunuşuyla dünyanın her yerine ve tüm bilgilere ulaşılabildiği, gen teknolojinin insan doğasını değitirecek hale geldiği, artık herkesin her an birbiriyle iletişim içinde olabildiği, hiçbir şeyin gözlerden saklanmasının mümkün olmadığı; öte yandan ekolojik felaketin ya da (Kuzey Kutbu’nda palmiye fosilleri bulunduğunu, Namibya çöllerinin bir zamanlar girift ormanlar olduğunu hatırlarsak) evrendeki döngüsel kaderin pençesinde debelendiğimiz muhteşem ve bir o kadar da korkunç bir çağdayız. İnsanın aklının, ahlâkının, vicdanının, siyasal-ideolojik evreninin gelişmesi; bilimsel teknolojik ilerlemenin, ekolojik değişimin (ekolojik felaketin), yeni durumlara yeni çözümler üretme kapasitesinin gerisinde kalıyor.
Bir geçiş dönemindeyiz. Dünya ve insanın evrimi nereye gidiyor? 500 yıl, hatta yüz yıl sonra dünyanın sahibi bizler gibi insanlar mı, yoksa çok farklı duygu ve düşünce boyutlarındaki homo-deus’lar mı olacak?
Ve böyle bir çağda Türkiye’de ( aslında en gelişmiş sayılanlar da dahil bütün ülkelerde) en az bir yüzyıl öncesinin siyasî-ideolojik yapıları, kavramları, hedefleri, mücadele biçimleri, toplumsal yapı analizleri ve de tartışmaları hiçbir şey değişmemişçesine sürüyor.
Uzun vadede hepimiz öleceğiz
Bin yıl sonrasını düşünebiliriz tabii ama gerçekçi olursak tek bir ömrümüz var ve o tek ömrün sınırları içinde sonuç almak istiyoruz. Keynes’in sözüyle, “Uzun vadede hepimiz öleceğiz”. Uzun vade olmasa bile şimdiki zamanla orta vade arasındaki tarih parçasında kaderlerimiz örülüyor. Savaşlar, siyasal mücadele, ekonomik krizler, rejim sorunları, sömürü, baskı, zulüm…İnsanın trajik kaderi günümüzde ağırlaşarak sürüyor. Yani; bin yıl sonra farklı bir dünya olacak diyerek kulağımızın üstüne yatıp ilgisiz, eylemsiz kalacak halimiz yok: Bugünü ve yakın geleceği daha katlanılır, daha aydınlık, daha insancıl kılmak, umudu yitirmemek için çabalayacağız.
Türkiye’de, son birkaç yıldır, özellikle de 24 Haziran seçimlerinden bu yana yaşadığımız siyasal çalkantıları bu gözle; yani hem 100 yıl, 1000 yıl sonrasının “yeni dünya”sını unutmadan hem de bugünün ihtiyaçlarından hareketle değerlendirmeliyiz. Önemli olan “bugün”ün somut durumunu siyasal-ideolojik hattımıza uydurmaya çalışmadan, hoşumuza gitmese bile nasılsa öyle tahlil edip ona göre düşünmek ve davranmak.
Tekrarlamak istiyorum: 90 yıl, 100 yıl, hatta 30 yıl öncesinin siyasal örgütlenme biçimleri ve eylem modellerinin son kullanma tarihi çoktan geçti. Yanlış anlaşılmasın; asla her şeyi tarihin çöplüğüne atalım demiyorum. Bütün düşüncelerden, başarılı ve başarısız bütün deneyimlerden yararlanarak; ancak nostaljik tutuculuğa, ezberlerin konforuna ya da düşünce ve eylem tembelliğine kapılmadan günümüzde geçerliğini yitirmiş olanları ayıklayarak yeniyi kurma cesareti göstermeliyiz.
Çöken siyasal partiler değil siyasal temel
Bugün Türkiye’deki istisnasız bütün siyasal örgütlenmeler, siyasal parti ve çevreler böyle bir dönüşüm zorunluluğunun sancıları içindeler. 24 Haziran sonrasında sancılar açığa çıktı. Aslında istikrarlıymış gibi görünen AKP de bu tablonun parçası. Siyasal parti olma kimliğini çoktan yitirmiş durumdaki bu yapı bir reisin, komutanın veya hakanın (nasıl isterseniz öyle adlandırın) emrindeki özel kuvvetlerden ibaret. Reisin komutlarını yerine getirme ve mutlak iktidar ötesinde bir hedefe, programa, vizyona artık sahip değil.
İYİ Parti daha kurulur kurulmaz dağıldı, bölündü. Devlet Bahçeli’nin MHP’si derin devletin bekçisi olarak siyasal parti kimliğini yitirdi. En büyük çalkantı CHP’de görülüyor ve şimdi HDP’deki sorunlar da su yüzüne çıkıyor. Bunlar siyasette her zaman rastlanan örgüt içi çatışmalar, iktidar-muhalefet hesaplaşmaları, kadro değişimi sancıları, vb. değil; çok daha derin nedenlere bağlı.
CHP’de Genel Başkan’ın kim olacağının önemi var mı?
Alalım CHP’yi. Henüz kesin seçim sonuçları bile alınmadan başlayan parti içi kavga; sen-ben, biz-siz ağız dalaşı halinde sürüyor. Her gün taraflar biraz daha yıpranıyor, saygınlıklarını ve seçmen kitlelerinin gözünde güvenirliklerini biraz daha yitiriyorlar. Neyin kavgası bu? Hangi programda, hangi ilkelerde, hangi Türkiye, bölge, dünya analizinde ayrışıyorsunuz? Biliyoruz: Pertide MHP’ye, Aydınlık çizgisine, faşizan kökenden gelen İYİ Parti’ye yakın ulusalcılar var. Müslüman muhafazakâr kesime öcü gibi bakan 1920 modeli otoriter laikler var. Özgürlükçü sol, sosyal demokrat, hatta sosyalizme teğet geçen üyeler, yöneticiler de var. Bu birbirine zıt eğilimleri günümüz koşullarında birarada idare etmek ne mümkün, ne de yararlı. Bu gerçek görülüp CHP ayrışmayı da göze alarak 1920’lerin devlet partisi olmaktan 2000’lerin özgürlükçü, çoğulcu, demokrat sol partisi olmaya doğru açık ve net bir programla ortaya çıkmaya cesaret edebilseydi, bu hamamda tellak değişimi kavgasına şahit olmazdık. İlkeler tartışılır, yüzyıl öncesinin değil günümüzün gerçeklerine ve taleplerine cevap veren yepyeni bir programla yeni kuruluş başlayabilirdi. Şu aşamada, hamam aynı kaldıkça kim kazanırsa kazansın önemi yok.
HDP çözüm sürecinin partisiydi
HDP’de de durum, aslında çok genç bir parti olmasına rağmen pek farklı değil. HDP, çözüm sürecinin partisiydi. Kürt halkı ve hareketi üzerinde mutlak otorite sahibi Öcalan’la (ki bu özünde en yüksek düzeyde PKK ile demektir) devletin diyaloğu sürerken, HDP Kürt siyasal hareketinin Türkiye demokratik solunu da kucaklayacak legal yapısı olarak kuruldu. Çok da iyi oldu, çünkü o dönemin koşullarında doğru çözümdü ve gerekliydi. Ancak, beş yıl içinde dünyadaki, bölgedeki, Türkiye’deki toplumsal-siyasal-stratejik değişim (ya da alt üstlük) çözüm sürecini geçersiz kıldı. Suriye’nin kuzeyinde Rojava’dan başlayan gelişmeler, PKK ve destekçisi güçlerin Büyük Kürdistan projesinin hayata geçirilebileceği koşulların olgunlaştığı düşüncesine kapılmalarına yol açarken Türk devleti de Kürt hareketini ve bölge Kürtlerini “bitirme” siyasetine yöneldi.
Böyle bir durumda HDP’nin bir ayağının PKK’de diğer ayağının Türkiyelilikte kalması mümkün değildi. İçinde Türk solunu, Müslüman muhafazakâr demokratları, Demirtaş gibi “ortak vatan” diyen Kürtleri ve Kandil’e bakanları barındıran HDP’nin, çözüm masasının devrilmesi, çatışmalı dönemin başlaması ve Demirtaş’ın devlet tarafından etkisizleştirilmesi sonrasında, gül gülistan, olduğu gibi sürmesi beklenemezdi.
CHP’deki ve HDP’deki gelişmeleri sakin kafayla biraz daha izlemeden dışardan gazel okuyup kesin kararlar vermek kuşkusuz doğru değil. Ama yazının başlığına dönersek, eski yıkılıp yeni koşulların doğru analizi, (somut durumun somut tahlili) yapılmadan yeni kurulamıyor.