Kaderimize hükmeden muktedirler klinik vakaya dönüştüklerinde büsbütün ürkütücü oluyorlar. Daha da kötüsü; onların kan, ölüm, ateş kokan hezeyanlarının bu toplumda alıcı bulması, kin ve nefret dilinin olağanlaşması; en ilkel güdüleri din, bayrak, vatan, millet, beka edebiyatıyla tahrik edilip aklı, yüreği, vicdanı iğdiş edilmiş zavallı insanlarımızı etkisi altına alması.
AKP-MHP iktidarının rotasını, devletin derinlerine yuvalanmış odakların plan ve istemleri doğrultusunda belirleme misyonuna sahip Bahçeli’nin, iki gün önceki Amasya konuşmasında “Fırat’ın doğusuna F-16 olup uçacaksak, obüs olup patlayacaksak, bomba olup yağacaksak, ateş olup yakacaksak, bunun icazetini hiçbir yerden almayız” dediğini okuyoruz. Konuşmanın resmî metni böyle olabilir. Ben, bölgede başka bir yerde yaptığı konuşmayı TV’de izledim. Yüzünde büyük bir nefret ifadesiyle, elini kolunu sallayarak, bedeni titreyerek, “Fırat’ın doğusu yakılacak!” diye bağırıyor, ideolojisinin kutsal sembolü kurt misali uluyordu.
Lafın gelişi değil gerçekten dehşete kapıldım. Son zamanlarda belgeseller ve kültür programları hariç (Bu ülkede iyi şeyler de olabiliyor dedirten, hoş sürpriz TRT 2’yi tavsiye ederim) çok az izlediğim televizyonu hemen kapattım. Kin, nefret, şiddet ve öfkeyle karılmış bu söylem, bir siyasetçinin kendine özgü üslubundan ibaret değildi, yaşadığımız dönemde siyaset alanını ele geçirmiş ceberrut, savaşçı, yıkıcı bir zihniyetin pervasız dışa vurumuydu.
Aylardır lafı edilen, Demokles’in kılıcından beter bir tehdit hem de hamaset gösterisi olarak tedavülde tutulan Fırat’ın doğusuna operasyonun gerçekte ne demek olduğunun farkında mıyız? İktidar koalisyonu, Suriye topraklarına 35 km’ye kadar girme ve buralarda tek başına hâkimiyet kurma talebini/ kararlılığını “güney sınırımızdaki terör koridoru”nu engelleme ve buradan yönelecek tehditleri bertaraf etme olarak gerekçelendiriyor.
Öncelikle: Maksatlı olarak servis edilen düzmece haberlere karşın birkaç yıl öncesine kadar Cihatçıların, IŞİD, El Nusra ve benzerlerinin sınır tacizleri dışında, özellikle de Rojava bölgesinden Türkiye’ye yönelen kayda değer bir tehdidin, saldırının olmadığını bilelim. Bunu devlet de, bölgedeki misyonlar, uzmanlar, gözlemciler, gizli açık servisler, herkes biliyor. Ama kimisi devletle, iktidarla ters düşmemek veya zaten iktidarın politikasını desteklediği için, kimisi fetihçiliğe, yayılmacılığa bahane sağlamak için, kimisi de korkudan susuyor.
Diyelim ki Suriye sınırımızda kontrol edilemez bir birimin provokatif bir eylemi, bir kaçak saldırı ya da hedefini şaşırmış bir obüs, bir bomba kazası yaşandı. Tabii ki tekrarlanmasını istemeyiz, önlem alırız. Mesele sınır ötesi tehditleri engellemekse, zaten boydan boya duvar ördüğümüz 911 km’lik bu sınırın öte yanında birkaç km’lik bir güvenli alanla sorun çözülebilir; o da gerekli olan bölgelerde. Birkaç kez yazdığım için tekrarlamıyorum; oralarda düşman ilan ettiğiniz yerel güçler/yönetimler zamanında Türkiye’ye gelip “Bizim yüzümüz Türkiye’ye dönük, ağabey ülke olun, bize sahip çıkın” demişlerdi. Ve yine hatırlatmak istiyorum: IŞİD belasını sınırlarımızdan ve bölgeden uzaklaştıran, gerçek “terör koridoru”nu engelleyen temel güç yine onlardı. Ne de olsa din kardeşidir mantığıyla mı, Kürt fobisi yüzünden mi, ya da derin bir yerlerde daha o zamanlar sınır ötesine yayılma planları mı yapılıyordu bilemem, ama o günlerde IŞİD tehdit sayılmıyor “Kobanê düştü düşecek” diye zil takıp oynanıyordu.
Özetle, Türkiye saldırıda bulunmazsa, mukabeleyi tetikleyen provokasyonlara başvurulmazsa, Suriye sınırından (Rojava bölgesinden) Türkiye’ye saldırı gerekçesi, başka niyetlere hizmet eden bir senaryodan ibarettir. Bu durumda, tehdit algısı ve beka gerekçesiyle Suriye topraklarında 35 km derinlikte güvenli kuşak talebinin açık adı sınır değiştirme ve yayılmacılıktır ki, kibarca “hayat alanı” diye tabir edilir.
Bölgenin ve ülkenin içine yuvarlandığı çözümsüzlük girdabının gerek teorik-ideolojik planda gerekse uygulamada ortak sorumlularından biri olan Davutoğlu’nun, yazılarında konuşmalarında Osmanlı’ya da atıfla öteden beri kullandığı “hayat alanı” kavramı, Hitler’in orayı burayı işgal ederken dayandığı “Lebensraum” kavramının Türkçeleştirilmişidir. Eşyayı adıyla çağıracak olursak, en basit anlatımla bir ülkenin kendini güvenceye almakla sınırlı kalmayan, komşularından toprak ve nüfuz bölgeleri kazanarak güçlenme, büyüme siyaseti anlamına gelir. Şam’da Emevî Camii’nde namaz kılma hayali Osmanlı’nın fütuhatçı siyasetinin günümüzdeki yansımasıdır. O özlem ve siyaset bugün, “Emevî Camiinde namaz kılamadık, bari Suriye topraklarının içlerine doğru biraz dalalım”a evrilmiş görünüyor. Bu noktada Osmanlı fütuhatçılığı ile Türk milliyetçiliği buluşuyor ve iktidar koalisyonunun harcını karıyor.
Son günlerde Fırat’ın doğusuna girme, yakıp yıkma, oraları dümdüz etme, terörden arındırma muhabbeti -hatta girişimi- sürerken, haritayı şöyle bir önüme açıp baktım. Suriye - Türkiye sınırı, boydan boya duvar örülmüş 911 km. Bir bölümüne zaten girmişsiniz (Afrin, İdlib)ve kontrolü (Afrin) tümüyle ele alıp yerleşmişsiniz. Bu, sınır boyunca 35 km içeri girmek demek -ki yer yer daha fazlası, kimi yerde daha azı talep ediliyor- toplam 185.180 km karelik Suriye topraklarının yuvarlak hesap altıda birine yayılmak demek. Suriye’nin büyük bölümünün çöllerle, verimsiz insansız bölgelerle kaplı olduğu düşünülürse, kontrol altına alacağınız bölge bu bahtsız ülkenin aşağı yukarı üçte biri.
Bir an düşünün, hatta ağzından köpükler saçan Devlet Bey ve haktan hukuktan, dinden imandan söz eden Sayın Tayyip Erdoğan da düşünsün: Allah göstermesin ama ya tersi olsaydı. Ya Suriye veya bir başka sınır ülkesi sınır ötesi tehdit bahanesiyle ülkemiz sınırlarının 35-40 kilometre kadar içine girmeye yeltenseydi, topraklarımızın altıda birine göz dikseydi ne olurdu, ne yapardık! Türkiye halkları böyle bir durumda ne yapacaklarını Kurtuluş Savaşı’nda gösterdiler, uzatmaya gerek yok.
Bahçeli’nin obüs olup patlatacağı, bomba olup yağacağı, ateş olup yakacağı Fırat’ın doğusu insansız, hayvansız, bitkisiz bir çöl değil. Savaşın, saldırıların, her türlü zulmün ağır acılarını yaşayan, savaşın tetiklediği göçlerle, ölümlerle, demografik zorlamalarla sürekli değişen 3,5-4,5 milyon insan yaşıyor bu topraklarda. Bombalamayı, patlatmayı, yakmayı özlediğiniz, Fırat’ın doğusu yanacak, diye bas bas bağırdığınız bölge, hasat bitmiş de sürülmüş karpuz tarlası değil, nadasa bırakılmış boş tarlalar, taş çölleri değil. Öyle bile olsa kıyamaz insan.
Önce IŞİD saldırısı, rejimin zulmü, sonra ne yazık ki dahil olduğumuz savaşla tarumar edilmiş halklar yaşıyor orada. Üstelik de görece daha güvenli olduğu için o bölgeye göç etmiş, sınırımızın hemen yakınına sığınmış bir dolu insan var. Sadece çoğunlukta olan Kürtler değil, Araplar, Türkmenler, Süryaniler, Ermeniler, Çerkesler… Fırat’ın doğusunu yakmak demek kelimenin hem gerçek hem de mecazî anlamıyla o insanları yakmak demek. Ve sizin gibiler, çağdışı yayılmacı hayalleriniz, devlet tapıncınız ve kendi bekanızdan ibaret beka yutturmacanızla, milyonlarca insanın kırılmasına neden olmaktan çekinmiyor, utanmıyorsunuz.
“Terör kuşağı” diye adlandırdığınız bölgenin halkları, kendi topraklarını korumaya, varlıklarını sürdürmeye, kendilerince bir düzen kurmaya çabalıyorlar. Belki hemen burnumuzun dibinde, Nusaybin’e yürüme mesafesindeki Kamışlı’yı bile görmemişsinizdir, belki bilmiyorsunuzdur. Hiç değilse zahmet edin, Duvar internet sitesinde, bölgeyi en iyi bilen ve gerçekten tarafsız gözlemleyip aktaran Fehim Taştekin’in beş gündür süren “İki Nehir Arasında Bir Yol Hikâyesi” yazılarını okuyun. Yakmakla yıkmakla tehdit ettiğiniz bölge insanlarının gerçeğini birazcık kavramaya çalışın! Pek umudum yok ama, yine de insansınız, belki bir an durur, düşünürsünüz.
Geçende -bir siyasetçi mi yoksa bir gazeteci, bir sözde Prof. mu neydi- biri, “İtiraz etmiştiniz ama Afrin’e girdik de ne oldu” mealinde bir şeyler söylüyordu. “Sana bir şey olmadı tabiî, ama orada yüzbinlerce insana çok şey oldu. Orada benim ülkem, -amaç bu olmasa bile- halkları tarumar eden, göçe zorlayan, demografik yapıyı değiştiren, insanları topraklarından süren, ÖSO ve benzeri çapulcuları başlarına musallat eden bir güce dönüştü, orada insanlar öldü, bizim çocuklarımız şehit oldu. Sen bundan rahatsız olmayabilirsin, ama ben işlenen suçların sorumluluğunu duyuyorum, insanî, vicdanî açıdan utanıyorum, eziliyorum” diye düşündüm.
Bu yazı, muhataplarının asla anlamayacağı, olsa olsa suç haneme bir çentik daha ekleyecekleri bir vicdan yazısı. Kendimle barışık kalmak için kendi küçük tarihime düştüğüm bir not. Yine de söylemedi demeyin: Doğayı, insanı, vicdanı hiçe sayan orman kanununa dayalı güç politikası ülkelere ne saygınlık, ne esenlik, ne de iç barış getirir. Kısa vadede zafer saydığınız şey orta ve uzun vadede yenilgidir. Şoven milliyetçi yayılmacılık toplumu kemirir, zehirler, ülkeyi içinden çürütür ve eninde sonunda çöküşe sürükler.
80 yıllık ömrümün 60 yılı boyunca; daha saygın, daha aydınlık, adaletli ve özgür olabilsin diye, hatalarımla sevaplarımla karınca kararınca çabaladığım ülkeme böyle bir son yakıştıramam. Bu yüzden de korkup pısamam.
Ya sizler?