1992 ya da 93 yılıydı. Görevi insan haklarını korumak olan polisler, saldırıda ölen dört arkadaşlarının cenazesinde “Kahrolsun insan hakları” diye bağırmış, sonra da silahlarını çevrede birikenlere doğrultarak bu sloganla, İstanbul sokaklarında yürüyüş yapmışlardı.
Adalet Yürüyüşü’ne karşılık vermek için AKP’nin İstanbul’da dev bir miting hazırlığında olduğu haberlerini okuyunca, muhtemelen “Allahın Erdoğan’a lütfu” olan darbenin yıldönümüne rastlatılacak bu gövde gösterisine en uygun sloganın “Kahrolsun Adalet” olacağını düşünürken hatırladım bunları.
Öyle sözcükler, öyle kavramlar vardır ki, binlerce yıllık insanlık tarihinde, bütün inançlarda, dinlerde ve toplumlarda tartışılmaz bir değer kazanmıştır. Adalet kavramının bunların başında geldiğini düşünüyorum. Gücü ellerinde tutanlar: muktedirler, peygamberler, hükümdarlar, mîrler, beyler, vb., tarihte adalet ölçüsüne vurularak değerlendirilir, devletler de öyle.
Peki bu yüce ve tartışılmaz değer, -tıpkı onun kadar önemli sayılan, yüceltilen barış kavramı gibi- toplumlara neden hâkim olamadı? Neden sadece özlem olarak kaldı? Gerçek yaşamda adaletsizlik ve savaş neden adalet ve barışa üstün geldi? Derin felsefî analizlere, kitaplara, kaynaklara başvurmadan, kısa ve öz bir cevabı var bu sorunun: Çünkü hem egemenler, gücü ellerinde bulunduranlar, egemen sınıflar/zümreler, hem de onların güttüğü, yönettiği halklar/insanlar, adaleti sadece kendileri için istediler; “bizim için adalet”ten “herkes için adalet”e varamadılar da ondan…
Adalet Yürüyüşü’nü, Kılıçdaroğlu’nun ertesi gün yürümeye başlayacağını açıkladığı andan itibaren ama’sız destekledim, destekliyorum. Kimin başlattığının, kimlerin katıldığının, kimlerin katılmadığının; başlatanın ve yürüyenlerin hangi ideolojiden, hangi inançtan, hangi partiden olduklarının; geçmişteki hatalarının, sevaplarının, kimilerine göre günahlarının (günahsız olan, ya da kendini günahsız sanan ilk taşı atsın) önemi yok benim için. Madem ki adalet talebiyle yollardalar, önceleri adaletsizlik yapmış bile olsalar, bugün geldikleri noktanın bir çeşit özeleştiri de olduğunu düşünüyorum.
Ancak, adalet kavramının ve sloganının siyasî ve kişisel emeller uğruna araçsallaştırılmaması, tekele alınmaması, yani herkes için adalet olarak içselleştirilmesi şartıyla…
O/onlar oradaysa ben/biz yokuz, ya da şunun veya bunun katılmaya hakkı yok, ya da o/onlar önce özeleştiri yapsın/lar türünden ama’lı yaklaşımlar adaleti sadece kendisi, kendi grubu, kendi partisi, kendi ideolojisi, kendi doğrusu, kendi egosu için istemenin örnekleridir.
Kendi payıma; başkaları adaletsizliğe maruz kalırken susmuş, hatta alkışlamış olanları; benden çok farklı düşünenleri, üstelik bu yüzden bana eleştiriyi çok aşan hakaretlerde bulunmuş, haysiyet cellatlığına soyunmuş olanları bile yürüyüş kolunda, Kılıçdaroğlu ile fotoğraf karesinde gördüğüm zaman seviniyorum, yüreğim aydınlanıyor, küçük de olsa bir umut ışığı beliriyor içimde. Çünkü hasımlaşmanın, düşmanlaşmanın değil birleşmenin bizi adalete, barışa, bu rejimden kurtuluşa götüreceğine lafla değil, yürekten inanıyorum.
Hukuksuzluk ve adaletsizlikten doğan mağduriyetlerin bütün toplum kesimlerine yayıldığı şu dönemde bir CHP’li milletvekilinin tutuklanması ile eşbaşkanları dahil 12 HDP’li milletvekilinin, Kürt belediye başkanlarının, Kürt siyasetçilerin tutuklanması arasında, adalet ölçüsüne vurulduğunda hiçbir fark yoktur. Eğer adalet arayışında samimiyseniz, adaleti sadece kendiniz için değil bütün mağdurlar için istiyorsanız, “ama onlar da terörist” türünden “öğrenilmiş” gerekçelere sığınmadan Kürt siyasetçiler için de, mağdur Kürt halkı için de yürüyeceksiniz. HDP’liler, Kürt siyasetçiler de kendileriyle birlikte herkes için adalet istiyorlarsa, şart koşmadan, ama demeden yürüyüş koluna katılacaklar.
15 Temmuz cinnet darbesine teşebbüs ettikleri, halka ateş açtıkları, Meclis’i bombaladıkları, vb. apaçık ortada olanlar hariç, FETÖ’cü diye sorgusuz sualsiz, bugüne kadar mahkemeye bile çıkarılmadan bir yıldır hapishanelerde tutulan, çolukları, çocukları, aileleri işsizliğe, açlığa, toplumdan soyutlanmaya, itibarsızlaştırılmaya mahkûm edilmiş yüzbinlerce insan için de adalet isteyeceksiniz.
28 Şubat’ta, başörtüsü özgürlüğünü savundukları için idamla yargılanmış olanlar, Ergenekon-Balyoz davaları mağdurları için; o davaların dünkü mağdurları, bugünün FETÖ mağdurları için adalet istediklerinde; laik ulusalcılarla Müslüman muhafazakârlar, Kürtlerle birlikte adalet için yan yana yürüdüklerinde, bakın neler değişecek bu ülkede…
Ben bunları söyleyince, kimilerinin dudak büktüklerini, kimilerinin siyasî bilinç yoksunluğu, saftriklik saydıklarını, buruşmaz kırışmaz keskin devrimcilerin döneklik listeme yeni paragraflar eklediklerini biliyorum. Umurumda değil çünkü, adalet arayışının siyasî-ideolojik olmaktan öte, vicdanî bir yolculuk olduğuna inanıyorum. Yürürken ya da yürüyüşe cismimizle olmasa da yüreğimizle katılırken vicdanımızla da muhasebeye girişebileceğimizi, hâlâ gizli açık ama’larımız varsa adım adım onların üstesinden gelebileceğimizi, adalet yürüyüşünden herkes için adalete doğru, hemen olmasa da süreç içinde ilerleyebileceğimize inanmak istiyorum. Yürüyüş, hele de uzun yürüyüşler insanın önünde yeni ufuklar açar. Adalet isteminde buluşup birlikte yürüyenler birbirlerini tanıdıkça, benim için adalet’ten herkes için adalet’e ulaşmak/ yükselmek mümkün olur.
Adaletin güzel, fiyakalı, siyasî getirisi olan bir sözcük olmaktan çıkıp önce kendi vicdanımızda sonra toplumda kökleşebilmesinin tek olanağı bu değil mi?
Bu olanağı kullanamazsak, “Kahrolsun adalet” cephesine yenileceğimiz de apaçık ortada değil mi?