Burası; sadece insanların, gençlerin, çocukların, kadınların, halkların değil heykellerin bile...
Burası; sadece insanların, gençlerin, çocukların, kadınların, halkların değil heykellerin bile vurulduğu bir ülke. Burası darağaçlarının, idam sehpalarının, seçim meydanlarında yağlı urgan sallayarak oy toplayan Devlet’lilerin, 21. yüzyılda seçim bildirgelerine ölüm cezasını koymakla övünenlerin, her zaman idamdan yana olduğunu göğsünü gere gere söyleyen anayasa komisyonu başkanlarının ülkesi. Burası, dağlarında çocuklarını birbirlerine kırdıranların, komşuya kızıp bebelerin ırzına geçenlerin, çocukları göz kırpmadan kıtır kıtır kesenlerin, kadınları namus diye, töre diye vurup öldürenlerin, hayata dönüş adı altında gencecik tutukluları yakıp yok edenlerin ülkesi. Burada sadece atları, insanları değil heykelleri, anıtları, sanatı, sanatçıları da vururlar. Kendini, evlatlarını, değerlerini, topraklarını yiyen bir ülke burası. Kars’taki İnsanlık Anıtı’nın başı dün koparıldı. İdamı ekranlarda seyrettik. Son ana kadar, vicdan ve izan sahibi bir yetkilinin ya da bir kurumun cinayete dur diyeceğini ummuştum. Her zamanki saflığım işte; kim dur diyecekti ki! Bitmemiş, çevresi düzenlenmemiş haliyle bile muhteşem olan; insanlığı, barışı, dostluğu simgeleyen; kardeşimiz olup da düşman kılındığımız, kırana kırıma uğrattığımız, mallarına konup metrukelerinden servet yaptığımız Ermeni halkına o tepelerden suçlu ve buruk bir selam gönderen İnsanlık Anıtı’nı kim koruyacaktı? “Bu ucubeyi buradan kaldırın” fetvasını veren Başbakan mı? Önce bu sözleri tevil etmeye çabalayan sonra ağzının payını alınca sus pus olup Başbakan’ın yamacında poz veren Kültür Bakanı mı? Birbirlerinin anasına sövmekte yarışan, it köpek dalaşıyla oy toplamaya çalışan, al birini vur ötekine, iktidarıyla muhalefetiyle siyaset erbabı mı? Bu ayıba ortak olmayı reddetme cesaretini gösteremeyen, aksine kraldan çok kralcılık yapıp “Asın! Asın” diye tempo tutan Kars Belediyesi mi? Bir avuç sanatçı vardı orada yıkımı engelleyebilmek için. Ben de orada değildim, çoğumuz orada değildik. Biliyorum, başka işlerimiz vardı; halka karşı başka suçların işlendiği Güneydoğu’daydı kimimiz; Diyarbakır zindanındaki insanlık dışı (ama asker- sivil Türk muktedirleri içi) işkencelerin hesabını sormaya çalışıyordu bazılarımız; kimimiz bu devletin omuzlarımıza yüklediği 1915 utancını bir nebze hafifletebilmek için Ermeni kırımının yasını tutmaktaydı, kimimizinse mecali tükenmişti artık oraya buraya koşturmaktan. Belki de kanıksamışlıktı ya da daha acısı, aramıza kama gibi saplanan, gücümüzü bölen ideolojik-siyasal yarılmaydı Mehmet Aksoy’un İnsanlık Anıtı’na topluca kalkan olamamamıza yol açan. Ama orada değildik... Ben Nusaybin’deydim anıtın idam kararı boynuna asılıp, gövdesine yağlı urgan geçirildiğinde. Kültür Merkezi’nin bahçesine kurulmuş demokratik direniş çadırının çevresinde kümelenmiş çocuklarla birlikteydim. Şimdi düşününce, heykelin acısı Nusaybin’in çocuklarının yüreğime saldığı acıya karışıyor. Onlar, devlet güçlerinin saldırılarını bir ölçüde yumuşatabilecekleri umuduyla demokratik direniş çadırını koruyorlardı, halkın demokratik taleplerine kalkan olmuşlardı. Çok küçüktüler, çelimsizdiler, kalabalıktılar ve çok çok ciddiydiler. Asıl çocuk yüzlerindeki o ciddiyetti yüreğimi parçalayan. Ne yapıyorsunuz? diye sorduğumda “Toplantı yapıyoruz, sen hele uzak dur teyze” demelerdiydi. Sanki hiç çocuk olmamışlardı ve hiç çocuk olamayacaklarının ifadesi gibiydi bakışlarındaki yorgun ciddiyet. “Biz çocuklarımızı koruyacağımıza onlar bizi koruyorlar” dedi bir Kürt arkadaş; ürperdim. Kürt halkını; haklı taleplerine çocuklarını kalkan yapmak zorunda bırakanlar adına utandım; İnsanlık Anıtı’na topluca kalkan olamadığımıza nasıl hayıflandıysam, bir halkın eşit yurttaşlık, kimliğinin tanınması, anadilde eğitim, özgürlük taleplerini sadece desteklemekle kaldığımız, onlara kalkan olamadığımız için eksiklendim. Devletin kolluk kuvvetlerince, Mitanni Kültür Merkezi’nin bahçesine, orada kurulu demokratik direniş çadırına atılan, -artık alışılmış, rutinleşmiş, neredeyse tehlikeli bir oyuna dönüşmüş biber gazından korunmaya çalışırken birden yorgun, çok yorgun hissettim kendimi. Artık sabrı tükenmiş, fitili çekilmiş bombaya dönüşmüş o halk... Yüreğinde, beyninde düşman ve intikam kavramlarıyla büyüyen, her birinin ya ağabeyi, ya ablası, ya babası, ya emmisi dağlarda can vermiş, gerilla derken bakışları büsbütün ciddileşen o çocuklar... Halkların arasına sokulmuş kama, yürek soğuması, güven aşınması; hiçbir şey yapamadan avcumun içinden kayıp gittiğini hissettiğim kardeşlik duygusu, yeterince müdahil olamamanın çaresizliği, öfkesi, isyanı... Bu bir keder ve isyan yazısı. Heykellerin yıkılmasına, çocukların vurulmasına isyan. İnsanlık Anıtı’nın simgelediği dostluk ve barışı baltalayanlara, sanatı ucube sayanlara, heykele ve sanata yönelen saldırıların altında yatan milliyetçi düşmanlık duyguları ve nefret söylemine isyan. Nusaybinli, Hakkârili, Batmanlı, Vanlı, Diyarbakırlı, Şemdinlili, Yüksekovalı, daha nereli çocukların kaderlerini değiştirememeye, onları çocukluklarına döndürememeye isyan. Ve keder: O heykeli koruyamamanın, o çocuklar yerine kalkan olamamanın ve de sizlere, herkese, “Oralarda hiçbir şey buradan görüldüğü gibi değil, oralarda haklılığın başka ölçütleri var, ‘oralarda’ olanlar bizim ‘buralardan’ ektiğimiz tohumların zehirli çiçekleridir”i anlatamamanın kederi. Bu ülkede geçmişin derinliklerinden gelen derin bir acı var. Darağaçlarının gölgesi, kıyımların kırımların gaddarlığa dönüşen utancı var. Heykeller, insanlar, kadınlar, gençler, çocuklar, halklar meçhul bir Tanrıya kurban ediliyor bu topraklarda. Hangi ad verilirse verilsin, hangi mazeretin ardına sığınılırsa sığınılsın, o Tanrının gerçek adı iktidardır. O iktidar için vuruluyor heykeller ve insanlar, o iktidar için birbirine kırdırılıyor halklar; ve her yeni gelen muktedir, mutlak iktidarın peşinde eskisine dönüşüyor.