Olaylar hep aynı şekilde başlıyordu. Bir yerde bir bomba patlıyor, bir yere molotof kokteyli atılıyor...
Gençler, 1977-80 arasında Türkiye’de yaşanan iç savaş ortamını hatırlamazlar. Bugün 40-45 yaşında olanlar bile çocuktu daha. Biz o kan ve kin günlerini, her gün ölülerimizi sayarak ve ertesi güne çıkıp çıkmayacağımızı sorarak yaşadık. Sonra nice olaylar, nice yıllar geçti; acılar küllendi, kinler soğudu, yeni acılar yeni kanlı çatışmalar eskiyi gölgeledi, hatırlamaz olduk. O yıllarda Türkiye’nin dört bir yanında patlak veren yüzlerce çatışma, katliam, şiddet, terör olayını saymaya ne yerim, ne vaktim, ne de belleğim yeter. Sadece Malatya, Kahramanmaraş, Sivas, Elazığ, Çorum’u hatırlatmak istiyorum. Bu illerde 1978- 1980 arasında Türkiye’nin yakın tarihinde eşi benzeri olmayan, binlerce kişinin canını yitirmesine neden olan kanlı olaylar yaşandı. Olaylar hep aynı şekilde başlıyordu. Bir yerde bir bomba patlıyor, bir yere molotof kokteyli atılıyor, yerelde saygınlığı olan sağcı ya da solcu biri vuruluyor ya da vurulduğu söylentisi yayılıyor, “Aleviler camiyi yakmış, solcular Kuran’ı parçalamış, komünistler bir kadına tecavüz etmiş” türünden aslı astarı olmayan dedikodular çıkarılıyor; ardından da solculara, Alevilere yönelik kanlı saldırılar başlıyordu. Alevi mahalleleri ateşe veriliyor, önceden kamu görevlisi olduklarını söyleyen kişilerce Nazizm döneminde Yahudiler’in evlerine, işyerlerine yapıldığı gibi işaretlenmiş evler, dükkânlar yakılıyor, tahrip ediliyordu. Çorum’da Alevi köylerine saldırılırken halka çocuk, ihtiyar, kadın demeden en vahşi işkenceler yapılmış, bazıları yakılarak öldürülmüştü. Kahramanmaraş’ta, pek çoğu Alevi olan -resmi verilere göre- 111 kişi, kadın¸ yaşlı, çocuk dâhil baltalarla doğranmış, bazı Alevi kadınların ırzına geçilmiş uzuvları kesilerek öldürülmüştü. Yüreğiniz kaldırıyorsa bakabileceğiniz binlerce arşiv fotoğrafı vardır. Bu saldırılar sırasında ildeki, ilçedeki valiler, kaymakamlar, emniyet kuvvetleri, çoğu yerde jandarma olaylara müdahale etmekte çaresiz kalıyor ya da aldıkları emir gereği müdahale etmiyorlardı. Vatanı Moskof’a satmaya kalkışan komünistleri (!) ya da dine küfreden Aleviler’i koruyacak halleri yoktu ya! Asker sivil yetkililer düzmece raporlarla gerçeği ters yüz ederek saldırganları masum, saldırıya uğrayanları sanık ilan ediyorlardı. Gerçekler tıpkı bugün olduğu gibi saklanıyor, büyük medyada sansüre uğruyor, “infiale kapılıp” olaylar çıkaran vatansever gençlerin kimlerle, hangi karanlık güçlerle işbirliği içinde oldukları açık edilmiyordu. Sağ-sol çatışması deniyordu buna. Bizler de, buna göre saflara ayrılmış, cephelerden birinde yer almıştık. 1978-80 arasında yaşananlar, devletin derinliklerindeki CİA bağlantılı kontrgerilla ile, siyasal temsilcisini MHP’de bulan faşist hareketin iktidara giden yolda benimsediği iç savaş stratejisiydi ve oyun Alevi-Sünni çatışması üzerine kurulmuştu. 1978-80 arasında Malatya, Sivas, Elazığ, Kahramanmaraş, Çorum gibi kentlerde yaşanan; Alevi köylerinin, Alevi mahallelerinin yıkımına, büyük bir Alevi göçüne, toplumsal dokunun tahribine ve binlerce cana mal olan olaylar, adım adım planlanmış bir oyunun perde perde sahnelenmesiydi. 1979 sonuna kadar iktidarda olan Ecevit Hükümeti olaylar karşısında acizdi. Devlete hâkim değildi ve devlet, asker sivil tüm kurumlarıyla “komünistleri cesaretlendirdiği” için Ecevit’in karşısında, örgütlü faşist saldırganların arkasındaydı. Daha sonra bütün bu provokasyon, çatışma ve saldırıların devletin gizli açık kuruluşlarıyla, derin odaklara yuvalanmış ajan provokatörlerle ortaklaşa planlanıp kotarıldığı belgeleriyle ortaya çıkacaktı. Ortaya çıkan bir başka gerçek de provokatörlerin, kundakçıların hem sağ’da hem de sol’daki varlığıydı. MHP’nin “iktidara yürümeyi” hedefleyen iç savaş stratejisinin ilk adımı, terörü ve kaosu yükselterek sivil hükümetleri düşürmek, sıkıyönetim ilanını sağlamak, orduyu yanına almaktı. Kahramanmaraş olayları ve ardından gelen sıkıyönetim, planın bir basamağıydı. Ancak, özellikle Kahramanmaraş olaylarının bütün ülkede çok geniş bir infial uyandırmasından sonra MHP’nin iç savaş stratejisinde revizyona gidildi. Ordunun ve derin devletin, şiddet kullanma tekelini kendisinden başka bir güce kolay kolay terk etmeyeceği anlaşıldı. Bu defa “Güçlü İktidar”a sivil inisiyatiflerle, sağ’ın diğer kesimleriyle birlikte yürüme stratejisi benimsenirken saldırılar bütün toplumda korku yaratacak şekilde toplumda saygınlığı olan ünlü kişilere, akademisyenlere, yazarlara, aydınlara yöneldi; ya da 7 TİP’linin katledilmesi, Balgat katliamı, kahve taramaları biçimini aldı. Bu arada faşist militanların bir bölümünün Merkez’den bağımsızlaşmaya ve kontrolden çıkmaya başladıkları da görüldü. O zamana kadar ittifak içinde olduğu sağ güçlerden bazılarıyla, mesela Akıncılar’la kopuş yaşandı, Kahramanmaraş’tan sonra bile “Bana sağcılar adam öldürüyorlar dedirtemezsiniz” diyen milliyetçi/ faşizan cephenin duayeni Demirel bile araya mesafe koydu. Faşist hareket, içine düştüğü meşruiyet bunalımından kolayca kurtulamadı. 12 Eylül’de iktidar ona değil gerçek sahiplerine verildi. Alpaslan Türkeş’in “Fikirlerimiz iktidarda, kendimiz zindanlardayız” sitemi, ve bugünlerde, 12 Eylül’de çektiklerini anlata anlata bitiremeyen eski Ülkücü militanların yakarmaları bu gelişmeleri yansıtır. O günlerde; kitleleri savaşa sürmek, cepheleştirmek için yaratılan tehlike “komünizm geliyor” ve “din elden gidiyor”du. Yangın, Alevi-sünni çatışması kibritiyle yakılıyordu. Bugün ise ateş, “vatan bölünecek” ve/veya “şeriat geliyor, laiklik elden gidiyor” hassasiyetleri kullanılarak Kürt-Türk, laik-dindar çatışması yongasıyla yakılıyor. Ve o meşum günlerde neler olmuşsa aynen tekrarlanıyor. Kitleleri harekete geçirmek için kullanılan söylentiler, provokasyonlarda kullanılan “birilerinden” gasp edilmiş arabalar, “infiale kapılmış” (siz tahrik ve teşvik edilmiş okuyun) halkın (siz MHP militanları, Ülkücüler ve işsiz güçsüz zavallı çoluk çocuk okuyun) kurtbaşı işaretleri, Allah- Ekber’leri, zorla bayrak astırmalar, parti binalarını, esnafın dükkânlarını yakıp yıkmalar bire bir aynı. Medyanın aymazlığı ya da tarafgirliği; siyasilerin ve sorumluların eşyayı adıyla çağırmak yerine, İnegöl’ü Dörtyol’u, bunları önceleyen Bursa, Bodrum, Muğla, Aydın, vb. olaylarının ardınaki çıplak gerçeği görmezden gelmeye çalışmaları; olayları çıkaranların, provokasyona karışanların eskiden kontrgerilla denen şimdilerde JİTEM, mitem gibi adlarla bilinen karanlık odaklar olması, hep aynı. Bir de bu korkunç oyunun hem iç hem de dış yönetmenleri, rejisörleri, prodüktörleri neredeyse bire bir aynı. Korkuyla, endişeyle izlediğimiz olaylar, bu defa Kürtler üzerinden sahneye konan iç savaş stratejisinin 2010 uygulamasıdır. O zaman hükümette çaresiz Ecevit CHP’si ya da zaten o yolun yolcusu Demirel hükümeti vardı; bugün sorunları cesaretle çözmekte yetersiz kalan, hükümet olup da iktidar olamayan, kendi içinde çürükler barındıran bir AKP var. Ve ne hazin ki, iç savaş stratejisinin deneyimli mimarı MHP kendisine stratejik ortak olarak, CHP başta, ulusalcı solun tümünü, hatta adı TKP olanları bile almış durumda. Ulusalcı solun ve en derin devletin pek çok önde geleninin zaman zaman yazı yazdıkları Türk Solu dergisinin geçen günkü yazılarından biri öğreticiydi. Devlet Bahçeli’nin, tıpkı yıllar önce meşruiyet kaygısına düşen MHP başlarının yaptıkları gibi, gençlerine sokağa çıkmama, provokasyonlara alet olmama çağrısı yapması üzerine, “Selam sana Ülkücü......sokakta bugün ülkeni bölmek, Türk’ü yok etmek isteyenler var......bugün evde oturmak yanlıştır, uyanmanın vaktidir. Ülkede bölücüler serbestçe gezerken sen ülkenin bütünlüğünü savunamıyorsun” diyerek parmaklarını kurt başı yapıp insanlara saldıran güruhu önderlerini dinlememeye, saldırılara devam etmeye çağırıyordu. Türk Solu’nun kıymet-i harbiyesi ne ki diye düşünebilirsiniz. Ancak şu referandum meydanlarındaki nutukları dinleyince, aynı söylemin “Açılım dendi, böyle oldu”dan başlayan, Kürt sorununa barışçı çözüm önerenleri bölücü hain ilan edip hedef gösteren örtük ya da pervasız çeşitlemeleriyle karşılaşacaksınız. Evet, her şey otuz yıl öncesinin tekrarı, ama Kürt sorununun etnik temelleri ve PKK olgusu da düşünülecek olursa çok daha vahim gelişmelere gebe. Vahim, geri dönülmez ve onarılmaz... Acaba her şeyi yeni baştan düşünmemiz gerekmiyor mu?