Türk askerinin Afrin’e girdiği günlerde, komşuma temizlik yardımına gelen Fatma (gerçek adı bende saklı), “Afrin bizim neyimiz olur Abla?” diye sormuştu. “Afrin bizim bir şeyimiz değil, komşu ülke Suriye’nin bir bölgesi,” dediğimde şaşırmış, kafası karışmış, “O zaman işimiz ne orada?” demişti. Kaygısı, askerde olan oğlu içindi.
Aynı şekilde, İdlib’in Türkiye sınırları içinde bir yer olduğunu, Türk askerinin orada vatan toprağını savunmak için çarpışıp şehit düştüğünü sanan çok sayıda vatandaşımız bulunduğunu söyleyecek olursam, “yok canım!” demeyin. Tahmin değil bilgi ile konuşuyorum.
Suriye’nin kuzeyindeki Türk askerî ve mülkî varlığının, iktidarın resmî söylemiyle “Güney sınırımızdan Türkiye’ye gelecek terör tehdidini önlemek için” olduğu ezberi yıllardır kafalara, bilinçlere kazınmış da olsa, normal yurdum insanının doğal tepkisi ve sorusu: “Neden elâlemin memleketine girip oralarda çocuklarımızı şehit veriyoruz? Sınırlarımızı neden kendi topraklarımızdan koruyamıyoruz? Hele de sınırımıza, batıdan doğuya, ta İran’a kadar güçlü bir güvenlik duvarı çekilmişken!” olur.
Gerçekten de, neden ülkemizi komşu ülkelerin topraklarına girmeden, oralara binlerce asker, birlik, ağır silah, tank, top, vb. sevk etmeden, toplum mühendisliği yaparak yörenin nüfus bileşimini, etnik dokusunu değiştirip yerel yönetimi büyük ölçüde ele almadan savunamıyoruz?
Konu netameli. Yazması, konuşması zor. Devlet’in şahin kanadının sözcüsü Bahçeli’nin “Boğazlarını sıkacağız, ümüklerine basacağız, taş taş üstünde bırakmayacağız, asacağız, keseceğiz” ünlemeleri eşliğinde sürdürülen saldırgan Suriye politikasını eleştirmeyen, yanlışlığını düşünmeyen aklı başında kimse yok. Ancak; bizim o topraklarda ne işimiz var, oralarda savaşan, yaralanan, şehit düşen çocuklarımız ne uğruna ölüyorlar, sorusunu açık açık sormaya cesaret edebilen pek yok. Bu konuda; ama oy kaybetmemek, ama terörist diye damgalanmamak için, ya da devletçi-milliyetçi reflekslerle, HDP hariç bütün muhalefet partileri AKP-MHP iktidarının dümen suyundan ayrılmıyorlar. Oysa bu soru sorulmadan, etraflıca tartışılmadan, AKP-MHP koalisyonunun ülkemizi içerde ve dışarda çıkmaza sürükleyen çatışmacı dış politikası açığa çıkarılmadan, toplumsal-siyasal-ekonomik, hiçbir sorunumuz çözülemez.
Geçenlerde, Afrin’de şehit düşen bir askerimiz konusunda TSK’dan yapılan açıklama şöyle başlıyordu:
“Suriye’nin Halep kentine bağlı, Zeytin Dalı Harekatı ile özgürleştirilen Afrin İlçesi Kamar Üs Bölgesi’ne teröristlerce açılan ateş sonucunda…”
Bir komşu ülkenin topraklarına girip yerleşmiş olmanın bundan daha açık itirafı olamazdı. Suriye için Halep; Türkiye’de İzmir, Bursa, Adana gibi kentler neyse odur. Halep’in Afrin ilçesine girip orayı “özgürleştirmişsiniz”. Şimdi duygudaşlık (empati) yapalım; topuyla, tüfeğiyle, askeriyle sınırlarımızdan 20-40 km. kadar içeri girmiş ve oralara yerleşmiş herhangi bir komşu ülkeden, -Allah korusun, ağzımdan yel alsın!- şöyle bir resmî açıklama geldiğini farz edelim: “Türkiye’nin X kentine bağlı, bilmem ne harekâtıyla özgürleştirdiğimiz Z ilçesindeki üssümüze yapılan saldırıda bir askerimiz şehit oldu…”
Buna dayanabilir miyiz? Senin benim ülkemde, benim topraklarımda ne işin var, üs kurmak ne, kimi kimden özgürleştiriyorsun, diye sormaz mıyız; sormakla kalmayıp milletçe karşı koymaz mıyız bu duruma. X kenti ve Z ilçesi yerine, mesela Şırnak’ın Cizre ilçesini, Ardahan’ın Şavşat ilçesini, mesela Edirne’nin Havsa ilçesini koyun ve bir düşünün.
Son günlerde sürekli saldırı, çatışma, şehit haberlerinin geldiği İdlib’e bir bakalım. Bu konuda hem bölgeyi hem de Türkiye’nin Orta Doğu politikasını çok iyi bilen, sürekli yazıp çizen uzmanlar varken bana söz düşmez. Ama aklıselim (sağduyu) diye de bir şey var. İdlib; El Kaide kalıntılarının, çeşit çeşit Cihatçı artıklarının, Nusra Cephesi’nin, Tahrir el Şam örgütünün yuvalandığı bir bölge. Türkiye, Soçi anlaşmasıyla bölgedeki El Nusra’cı, cihatçı, vb. terör yapılarını pasifize etmeyi, silahsızlandırmayı, bölgede güvenliği sağlamayı taahhüd etmişti. İdlib’e bu amaçla girilmiş, orada 12 gözlem noktası, yani 12 askerî üs oluşturulmuştu. O zamandan bu zamana taahhüt yerine getirilmediği gibi, tarafsız gözlemcilerin aktardığına göre, bu örgütlerden kimisine müzahir de olundu, ya da din ve mezhep kardeşliğinin ikna gücü yetmedi, görev başarılamadı.
Bu arada, bizimkilerin “Rejim Güçleri” olarak adlandırdılar, aslında Suriye topraklarını, çeşitli adlar altındaki boy boy Cihatçılardan, El Kaide artıklarından temizlemeye (geri almaya) çalışan Suriye Ordusu, (kimi AKP’lilerin açıkça “Orayı ilhak ettik” dediği) İdlib’de, ne yazık ki karşısında El Kaideci, El Nusracı, vb. terör örgütlerini değil TSK’yı buldu. Gözlem noktalarından birine yapılan saldırı sırasında bir evladımız daha şehit oldu, onlarca askerimiz yaralandı.
Orhan Bursalı, 1 Temmuz’da Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “İdlib Vatan Toprağımız mı?” başlıklı yazısında, “Ankara İdlib’de ne yapmayı planlıyor? diye soruyordu. Ben de soruyu şöyle tamamlamak istiyorum: “Bir ülkenin (Suriye’nin) kendi topraklarını Cihatçı, El Kaideci ve benzeri işgalcilerden kurtarmaya, ülke bütünlüğünü sağlamaya hakkı yok mudur? Suriye’deki, Irak’daki varlığını terör saldırılarına karşı önlem olarak açıklayan, terörle mücadele ettiğini, bunun bir beka sorunu olduğunu sürekli tekrarlayan Türkiye; Suriye devletinin, terör yapılanmalarını püskürtüp kendi topraklarını savunmasına destek olacağına, neden Suriye güçleriyle karşı karşıya gelmektedir?
Erdoğan AKP’sinin, Davutoğlu’nun ideolojik rehberliğinde şekillenen Suriye ve Ortadoğu politikasının dayandığı düşünsel temel; şimdilerde bir hayli geriye itilen -ama yüreklerden kafalardan çıkmayan- bölgede Osmanlı nüfuzunu yeniden kurmaktı. (Hele bir de İhvan üzerinden olursa, tadından yenmezdi.)
İşin diğer yüzü; Kuzey Suriye’de, Türkiye sınırı boyunca uzanan Rojava bölgesindeki Kürt varlığıydı. Devlet’in kadim bölünme travması ve Kürt korkusu/düşmanlığı ile pekişen Sünnî Türk milliyetçiliği, Suriye düğümünü çözülemez hale getirdi. AKP’nin; ilk dönemde IŞİD dahil, El Kaideci, Nusra’cı, vb.,vb. çeşitli İslamcı gruplara, -hadi ‘zülf -ü yar’a dokunmamak için desteği demeyelim de -hoşgörüyle yaklaşmasının nedeni “Aman sınırımızda Kürtler olmasın da, varsın Cihatçılar olsun!” mantığıydı.
İflas eden ve Türkiye’yi her alanda batağa sürükleyen Bahçeli takviyeli (hatta güdümlü) bu politikanın ülkemize, halkımıza, hepimize maliyeti tahminlerimizin çok üstünde.
Öncelikle; başka bir ülkenin topraklarındaki çatışmalarda evlatlarımız, canlarımız gidiyor. Yok seçimlerdi, yok ekonomik krizdi falan derken şehit ve yaralı haberleri -ne acı, ne utanç vericidir ki- arada kaynıyor/ kaynatılıyor. O şehitler, birilerinin iktidarlarının ve zihniyetlerinin beka’sı uğruna ölüyor.
İkincisi; Türkiye, dünyada saldırgan, güvenilmez, çatışmacı, savaşçı bir imaj ediniyor. Bölgede işler karıştıkça, Amerika-Rusya tahtaravallisinde bir o yana bir bu yana savruldukça, dış politikayı karşısındakileri bezirgân usulü idare etme kurnazlığı sandıkça, uzlaşma yerine güç kullanımı ve savaşı yeğledikçe bu imaj değişmiyor, pekişiyor.
Üçüncüsü; dışarda gerginlikçi-savaşçı politikalar, içerde güvenlikçi- otoriter- cepheleştirici, hak ve özgürlük karşıtı yönetimi güçlendiriyor. Demokrasinin son kırıntıları da elden gidiyor.
Dördüncüsü; savaşa harcanan milyar dolarlar… Sınır ötesinde savaş sürdürmenin, sınır ötesine yerleşmenin, Suriye’deki savaşın ürünü olan 5 milyona yakın mültecinin Türkiye’ye maliyeti ne kadar? Bugün yaşadığımız ve derinleşecek olan ekonomik krizde, yıllardır süren silahlanmanın, savaşın payı nedir? S-400’lere, F-35’lere, daha bilmem nelere ne harcanıyor? Bu soruları soran bir muhalefet olmadıkça, savaş cephesi köpeksiz köyde deyneksiz gezerek bildiğini okuyor.
Beşincisi: Suriye’deki çözümsüzlük, gerginlik, savaş ortamı, özellikle Kürt sorunu ve mülteciler üzerinden toplumsal dokumuzun çözülmesine, dağılmasına, ülke içindeki fay hatlarının derinleşmesine neden oluyor.
Muhalefet gerçekten muhalefet olacaksa, İstanbul seçimlerindeki başarıdan sonra hayal edilmeye başlanan iktidara gerçekten talipse, bu soruları sormak ve cesaretle cevaplandırmak zorunda. “Millî meseledir” diyerek iktidarın arkasına sıralanmakla, “Esad’la anlaşın” demekle iş bitmiyor. Mesele; çatışmacı, savaşçı, saldırgan milliyetçi ve yayılmacı zihniyeti sorgulamakta. Hele de kendinizi “demokrasi cephesi” gibi büyük adlara layık görüyorsanız…