Bundan korkuyordum: insana ve vicdana olan güvenimin bir kez daha zorlu...
Bundan korkuyordum: insana ve vicdana olan güvenimin bir kez daha zorlu bir sınava girmesinden, bu sınavdan biraz daha eksilmiş, biraz daha yıpranmış çıkmaktan korkuyordum. Sadece kan, savaş, ölüm konuşulan şu günlerde Van-Ercis bölgesini vuran doğal afetin, kimilerinin Kürt halkına besledikleri nefretin, iliklerine işlemiş düşmanlığın “oh olsun”u olarak kullanılacağından, insanın acısından, kederinden sevinç çıkaracaklarından korkuyordum. Korktuğuma uğradım; sosyal medya denen, zaman zaman mucizeler yaratsa da kullananların meşrebine göre bazen lağım çukuruna dönüşen sanal ortamda gezinen kimi yüksek fikirler (!) ibret vericiydi. “Hükümetin yapamadığını Allah yaptı”, “Terörü destekleyenlere ilahi adalet budur”, “Allahın gazabı”, “Biz çok ağladık, şimdi de siz ağlayın”, “Van-Ercis yetmez, temizlik için daha fazla deprem”, “Şehitlerimizin öcü alınıyor” benzer iğrençlikteki binlercesinden sadece birkaçı. Kimi gazeteler ve televizyonlar da koroya dahil olmakta gecikmediler; şimdilik kabak, dilini tutmayı beceremeyen (ya da çatışma ortamını körüklemekle görevli olan) ATV sunucusu genç kadının başına patladı ama medyada çok daha beter herzeler dile getirebilecek onlarcasının varlığından hiç kuşkunuz olmasın. 1999’daki büyük depremin ardından da, ilkel nefret söyleminin bazı kesimlerce benzer şekilde kusulduğuna tanık olmuştuk. İslami kesimin bir mitinginde elinde “7.4 yetmedi mi?” pankartı taşıyan örtülü bir genç kız fotoğrafı hatırlıyorum mesela. Yine aynı günlerde bazı gazeteler “Allahın Gazabı” manşetleriyle çıkmıştı. Sosyal medyanın yaygın olmadığı o dönemlerde, çarşıda pazarda, kahvede sokakta, Cuma hutbelerinde, tarikat- cemaat toplantılarında onbinlerce cana malolan Körfez depreminin açık saçık dolaşan günahkârlara, laik münkirlere, beş vakit namazını ihmal edenlere Allahın sillesi olduğu konuşulup duruyordu. Halim selim tavırlı Cumhurbaşkanı’nın, 24 Mehmetçik öldürüldüğünde öfke ve çaresizliğin etkisiyle intikamdan söz ettiği (Devlet intikam almaz, halkını korur), Başbakan’ın Kürtleri Zerdüşt dininden diye ötekileştirdiği, Kürt halkının siyasal örgütlenmesinin adını bile ağzına almadan BDP’ye “onlar” diye sürekli saldırdığı, “Bana da neler dediler, affedersiniz Ermeni bile dediler” diye dert yandığı bir ülke burası. Çok kültürlü, çok inançlı, çok etnili bir yapıyı yönetenlerin yüzyıllardır ve de hâlâ, farklı olanları birbirlerine karşı kışkırtarak, kuşaklar boyunca yüreklere dinci, milliyetçi, ideolojik nefret tohumları ekerek güçlerini ve iktidarlarını pekiştirdikleri bir ülkenin çocuklarıyız. Düşmanlığın ağusu milliyetçi, dinci, ırkçı önyargılarla koşullandırılmış insanlarımızın önemli bölümüne çoğu zaman baldan tatlı gelir. Düşmanlık ve nefret en iyi ve en korkunç şekilde dinî/mezhepsel ve kavmî/ etnik (ulus devletler çağında ulusal) duygular üzerinden körüklenir. İnsanlar, tohumları bilinçlerin derinliklerine ekilmiş vatan-millet, Allah-din, hain-kâfir, vb. edebiyatıyla sulanıp yeşertilmiş zehirli bitkilerle kuşatılırlar. Kötü bile değillerdir aslında; savunduklarının, inandıklarının doğru olduğuna; ötekilerin ise iblis olduğuna inanırlar; inandırılmışlardır. Kardeşlik Kokusunu Hissedebilmek Yaşadığımız deprem faciasının ortaya saçtığı düşmanlık ağusu toplumu dalga dalga zehirlemeye başlayıp vicdanlar can çekişirken BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın yürek ısıtan sözüyle “kardeşliğin kokusu” panzehir gibi yetişti. Dört bir yandan, özellikle de Batı’dan yardımlar yağmaya, sivil toplum kuruluşları ve gönüllüler bugüne kadar az rastladığımız bir hız ve heyecanla bölgeye akın etmeye başladılar. Devlet ve Hükümet de, özellikle ayrımcılık yapıldığı izleniminin doğmaması için gücünü seferber etti. Bir BDP’li milletvekilinin, “deprem Batı’da olsaydı devlet hemen orada olurdu” söylemi “ötekileştirilmiş”in içselleşmiş öfkesinin ve tepkisinin sonucuydu. Her zamanki gibi yardımların akışında ve dağıtımında aksamalar, büyük eksikler, hâlâ ulaşılamamış bölgeler, giderek daha belirginleşen koordinasyon zaafı olsa da daha önceki depremlere oranla bu defa uğranan facianın etkilerini hafifletmek, depremzedelere kol kanat germek için daha fazla gayret ve ilginin varlığını görmezden gelmek haksızlık olur. Ancak burada kafama takılan çok önemli bir noktayı da söylemeden geçmeyeyim: Aklıselim sahibi, şehrini, bölgesini, insanını seven, kentte önemli işler başarmış olarak bildiğim BDP’li Van belediyle başkanının ve bölgedeki diğer BDP’li belediyelerin çalışmalarda adlarının bile geçmemesi sizlerin de dikkatinizi çekmiyor mu? Eğer AKP Hükümeti ve devlet alışılageldiğimiz tutumuyla Kürt siyasal hareketinin temsilcilerini böyle bir ortamda bile devre dışı bırakmışsa bu siyasi hasımlıkla insani düşmanlığın birbirine karıştırıldığının, dahası Kürt siyasal hareketinin ötekileştirildiğinin açık bir kanıtı ve itirafı olur. AKP’nin hanesine de hem bölgede hem de demokratik ve barışçı kamuoyunun gözünde büyük bir eksi olarak yazılır. Aksine, eğer BDP’li başkan devletle ve iktidarla işbirliği yapar görünme kaygısıyla ortadan çekilmişse, bu da sadece siyasi bir hata değil, insanlık ve kardeşlik adına ayıptır, barışa değil çatışmaya, kardeşlik kokusunun yayılmasına değil düşmanlık ağusunun zehirlemesine hizmet eder. Kardeşlik kokusu şu günlerde ihtiyacımız olan en önemli şey. Kürtlerin de Türklerin de bu kokuyu solumaya yaşamsal ihtiyaçları var. Yoksa, inanın bana savaşın, düşmanlığın, nefretin ağusu Türk, Kürt ayrımı yapmadan hepimizi zehirleyecek, insanlığımızı ve vicdanımızı yitireceğiz. Savaş kirletir, savaş kin ve nefret doğurur. Savaşı sürdürmek isteyenler, savaş naraları atanlar kendi iktidarları için, kendi ideolojilerinin egemenliği için halklar arasında kin, düşmanlık, intikam duyguları yayarlar, vampirler gibi, düşmanlığın ağusuyla beslenirler. Şimdi bölgede, ne yazık ki felaketten, acıdan da kaynaklansa küçük bir umut ışığı belirdi. O ışığı, nefret söyleminin yarattığı utançla daha da yoğunlaşan dayanışma duygularımız besliyor. Kürt halkıyla dayanışmanın çok daha ötesinde İNSAN’a yönelen, siyasal ve ideolojik değil ahlaki ve vicdani bir duygu bu. Hangi ırktan, hangi milletten, hangi bölgeden, hangi inançtan ve siyasetten olursa olsun İNSAN’ın acısını yüreğinde duyan, pazitif ötekileştirmeyi aşan, soğukta üşüyenleri düşünüp içi üşüyen, sevilen ölüleri düşünüp kendi çocuğunu, kendi eşini, kendi yakınını yitirmişçesine acı duyan, o binalar kendi üstüne yıkılmışçasına ezilen yüreklerin, vicdanların dayanışması bu. Acı ve ölümün rengi, dili, cinsiyeti, ırkı, inancı birdir. İnsanı; dininden, inancından, milliyetinden, ırkından, renginden, dilinden, siyasetinden, ideolojisinden soyutlayıp sadece insan olarak, çıplak insan olarak içimizde duymayı başarmaktadır bütün sorun. Yoksa kardeşliğin kokusu çabuk dağılır ve sürüp giden savaşın kanlı ortamında nefretin ağusu biraz daha öldürücü olur. Biliyorum, kuşaklar boyunca öğrenilmiş ve içselleştirilmiş nefret söylemi bu toplumda çok yaygın; bu yüzden de biraz eksik insanlarız; ama yine biliyorum toplumda gitgide güçlenen insani ve vicdani bir damar var. Kendimizle, tarihimizle, ideolojilerimiz ve inançlarımızla cesurca yüzleştikçe bu damar genişliyor, güçleniyor. Van depremi faciasının bu damardan akan temiz kanı çoğaltması; insan kardeşliğinin yasemin kokusunu nefret söylemiyle ve düşmanlık duygularıyla kuşatılmış olanlara da ulaştırması için barış ve insanlıkta inatla, sabırla direnmemiz gerek. Hepimiz, tek tek, birey birey ve de topluca...