“Bu bölücülüktür, terör örgütünün değirmenine su taşımaktır, Büyük Kürdistan hayallerine gaz vermektir” diyerek suçlamadan önce, öfkemizi gemleyip bir an düşünelim. Bir zamanlar Babıâli’nin “amiral gemisi”, hâlâ da en etkili, en yaygın gazetelerimizden birinin yaklaşık 64 yıllık başlık altı sloganını hatırlayalım: “Türkiye Türklerindir”. Türkler olarak kaçımız sorguladık, kaçımız yadırgadık buram buram ırkçı şovenizm kokan bu ayrımcı, dışlayıcı, ötekileştirici sloganı? Üstelik Türkiye, üzerinde yaşayan kişilerin ve halkların homojen olmadıkları, Türklerden ibaret olmayan, çok etnili, çok dilli, çok dinli bir coğrafya olduğu halde, ülkeyi Türk unsurlara ait saymakta beis görmedik. Peki “Kürdistan Kürtlerindir” deyince neden irkiliyoruz?
Halklar çoğunlukla üzerinde yüzlerce, binlerce yıldır yaşadıkları coğrafyanın adıyla anılırlar. Bunun tersi de doğrudur, kadîm halk anayurdu olan topraklara adını verir. Türkistan Türkmenlerin, Özbekistan Özbeklerin, Kırgızistan Kırgız halkının, Tacikistan Taciklerin yurdudur. Farklı etnik, dilsel, kültürel grupların aynı ülkenin farklı bölgelerinde yoğunlaştıkları yerlerde de böyledir: Örnekse; Büyük Britanya’nın Wales (Galler) bölgesi Welsh’lerindir, İrlanda İrlandalıların, Fransa’nın Bretagne bölgesi Brötonların, İspanya’da Bask bölgesi Baskların, Katalonya Katalanların, Hırvatistan Hırvatların, Bosna Boşnakların, Moğolistan Moğolların, vb, vb. ülkesidir.
Konu siyasî, ideolojik, stratejik, diplomatik yüklerinden arındırıldığında “Kürdistan Kürtlerindir, Kürtlerin yurdudur” demek, denizler balıklarındır demek kadar sorunsuz, doğal ve de doğrudur.
Korku ecele mâni değildir. Ya da, az yaşa çok yaşa, âkibet gelir başa. Bir halk; ‘kendisi için halk’ olma (kendi kimliğinin ve haklarının bilincine varma) aşamasına geldiğinde, uygun koşullarda, uluslaşma sürecine girer. Hele de belli bir coğrafi bölgede yoğunlaşmışsa, zaman ve mekân koşullarının elverişli olması halinde bağımsız bir ulusal oluşuma evrilir. Günümüz dünya ve bölge dengelerinde epeyce güç ve anakronik ( çağın gidişatına aykırı) görünse de bir ulus devlet kuruluşu teorik olarak mümkündür. Ve bence, o halkın hakkıdır.
Tek bölgede dört ülkeye dağılmış Kürt halkı on yıllardır zorlu, acılı bir uluslaşma süreci yaşıyor. Birinci dünya savaşı sonrasında İngiltere’nin başını çektiği emperyalist güçler tarafından harita üzerinde cetvelle çizilmiş Ortadoğu sınırlarının dörde böldüğü Kürtler, 21. yüzyılın yeni dünyasında kendi bölgeleri Kürdistan’da özerk bir yapı oluşturmanın hayalini kuruyor, hayalini kurmakla yetinmeyip adımlarını atıyorlar. Dağıtıldıkları dört ulus devlet sınırları içinde bu kadar baskı görmeselerdi, asimilasyona, ayrımcılığa, katliama, zulme uğramasalardı bağımsız bir devlet arayışı gündeme gelmeyebilirdi. Ama böyle olmadı, olamadı. Bölgede kısa sürede bitmeyeceği anlaşılan altüstlüklerin, iç savaşın, dış müdahalelerin, mezhep çatışmalarının toz dumanı arasında Kürtler özerk Kürdistan oluşumuna doğru yürüyorlar. Yok sayılmış kimlikleriyle birlikte daha düne kadar adını anmanın dahi suç sayıldığı Kürdistan’ı -şimdilik dört parça kalsa da- kurmaya çalışıyorlar.
Doğrudur, yanlıştır, ulus devletler çağı sonuna gelmiştir, bölgedeki ve dünyadaki siyasî dengeler elverişlidir, değildir, sonuçları iyi olacaktır, kötü olacaktır; hepsi tartışılabilir. Tartışılmaz olan bütün halklar gibi Kürtlerin de kendi yurtlarında bağımsız yaşama haklarının varlığıdır. Bağımsızlık savaşından çıkarak ulus devlet kurmuş, sağıyla soluyla “ulusal bağımsızlık” kavramını en azından lafta fetişleştirmiş bir ülkede Kürtlerin özerkleşme, bağımsız Kürdistan’ı hayal etme çabalarına karşı sağdan soldan, iktidardan muhalefetten yükselen sert ve savaşçı tepkiler üzerinde düşünmeye değer. Hele de antiemperyalist bağımsızlıkçı söylemi 60-70 yıl öncesinin ezberiyle tekrarlayıp duran ulusalcı solun; Kürtlerin özerklik, bağımsızlık istemleri karşısında kırmızı görmüş boğaya dönmesi, Türk-İslam sentezcisi milliyetçi sağ ve AKP çizgisinde buluşması başlı başına bir siyasal ironidir.
Ne var ki tarihin akışı bu türden tepkilere pabuç bırakmıyor. Hele de güç dengelerinin alt üst olduğu, dünyanın birkaç yüzyılda bir yaşanan büyük dönüşüm süreçlerinden birine girdiği, bu dönüşümün önemli sahnelerinden birinin Ortadoğu, Arap dünyası, İslam coğrafyası olduğu 21. yüzyılın ilk çeyreğinde ulusalcılık ve/veya İslamcılık kıskacında geliştirilmeye çalışılan dar ufuklu dünya tasavvurları; emperyal nostaljik hayallerle çizilen stratejiler, bu doğrultuda uygulanmaya çalışılan politikalar işe yaramıyor. Sözün kısası: dört parçalı Kürdistan coğrafyasında dört özerk bölgeli bir Kürdistan’ın hemen yarın değil, tereyağından kıl çeker gibi de değil, ama er geç kurulacağını öngörmek kehanet sayılmamalı. Mevcut sınırlar 20. yüzyıl başlarında emperyalist güçler tarafından nasıl cetvelle çizildiyle, 21. yüzyılda da bu defa halkların gücüyle, mücadelesiyle yeniden çizilecektir. Biz isteyelim istemeyelim, doğru bulalım karşı olalım, yol verelim ya da önünü kesmeye çalışalım; tarihin akışını sadece geciktirir, zorlaştırırız ama engel olamayız.
Konuya ilişkin güncel gelişme ve tartışmalar, Kürtlerin Batı Kürdistan dedikleri Kuzey Suriye’de Özgür Suriye Ordusu’nun cihatçı bileşenlerinden El Nusra’nın (El Kaide’nin) Suriye PKK’si diyebileceğimiz PYD’nin hakim olduğu bölgeye saldırmasıyla alevlendi. PYD, Suriye sınırımız boyunca uzanan Kürt bölgesinde bir süredir görece özerk bir yapı kurmuş ve Suriye Kürt halkını iç savaşın vahşetinden bir ölçüde koruyabilmişti. Türkiye’den lojistik destek aldığı, en azından Türkiye sınırından geçiş yaptığı artık söylentiyi aşan ve herkesin bildiği sır haline gelmiş olan radikal İslamcı El Kaide/El Nusra Cephesi’nin hedefi Suriye Kürdistanı’nı ele geçirip Türkiye sınırında hakimiyet kurmak, dolaylı olarak da bölgedeki Kürt oluşumlarını zayıflatmaktı.
Yanlış ve öngörüsüz bölge politikasıyla Suriye batağında çırpınan Türkiye, PYD’nin kendi bölgesini saldırgan El Nusra güçlerinden korumak için verdiği mücadeleye ve gündeme gelen özerkliğe anında cephe aldı. Kürt sorununda yanlış şahin politikaların savunucusu ve sürecin ilerlememesinin başlıca sorumlularından olan Başbakan danışmanı, hükümet kararını falan beklemeden PYD’yi suçlamakta bir gün bile gecikmedi. Barış sürecinde tarafların dillerine azami dikkat göstermeleri gereğine rağmen “PKK silahlı terör örgütü”, ya da bölücü terör örgütü nitelemelerinden vazgeçmeyenler için PYD de silahlı terör örgütüydü. Özerklik ilanına falan kalkarsa misliyle mukabele görecekti. Ama aynı mihraklar bölgede Kürt hareketini güçsüzleştirmek için, tescilli terör örgütü El Kaide ile iş tutmaktan kaçınmıyor, yakınlık itibariyle daha fazla söz geçirebilecekleri El Nusra’ya ne telkin ne de uyarıda bulunuyorlardı. Demek ki benim işime yarayan, bana yakın terör örgütü iyiydi, öteki kötü.
Şimdi benim sorum şu: Başta anlatmaya çalıştığım gibi, o topraklarda Kürtler yaşıyor, orası onların yurdu. Savunulması, desteklenmesi gereken onların yurtlarına, topraklarına sahip çıkmaları mıdır, yoksa o topraklarla, Suriye ile, Kürdistan’la falan ilişkisi olmayan İslamî cihat peşindeki radikal teröristlerin orada egemenlik kurmalarına destek vermek midir? Bu, cevabı siyaseti etkileyecek insanî, ahlakî, vicdanî bir soru.
Yazının başına ve başlığına dönecek olursak, dört ülkeye yayılmış Kürtlerin bulundukları topraklar onlara aittir, Kürdistan kürtlerindir. Mutlaka bulundukları ülkeden, devletten ayrılmaları, mutlaka çatışmalar yaşanması gerekmiyor. Üstelik Güney Kürdistan denilen Kuzey Irak’ın lideri Barzani’den, Türkiye’ye karşı hep yapıcı ve dost bir dil kullanan Suriye PYD liderliğine, özellikle de Öcalan, PKK, BDP’ye kadar Türkiye’deki Kürt hareketi temsilcilerine, hepsi şimdilik (ki bu uzun bir şimdilik) ayrı devlet ya da bağımsızlık talepleri olmadığını altını çize çize yineliyorlar. Çünkü Kürtler bölgeyi ve dünyanın gidişatını Türk devleti, AKP iktidarı, CHP, MHP muhalefetinden çok daha açık ve gerçekçi görebiliyorlar.
Önümüzdeki birkaç on yıllık dönemde iş olacağına varacak; dört ülkenin Kürtleri aşama aşama, belki hepimizin yaşayacağı yeni acılar pahasına şu veya bu biçimde bölgede özerk bir birlik oluşturacaklar.Tarih bizden daha güçlü, tehditlere aldırmıyor. Kendi Kürt sorununu barışçı yoldan, demokrasiyi geliştirerek çözümleyip bölgedeki yeni oluşuma destek verecek bir Türkiye gerçekten de bölge gücü olabilecek. Halkların özgürlüğünü, özerkliğini lafta değil gerçekte savunan bir politika ancak o zaman özlenen stratejik derinliğe ulaşabilecek. Mesele daha fazla ölüm, zulüm, yıkım yaşanmaması. Elli yılda, otuz yılda, son on yılda “dağ Türkleri”nden Kürt kimliğinin tanınmasına; kerhen de olsa, asıp kesip öldürmekten diyaloğa, müzakereye kadar geldik. Hayat, tarih ve halklar iyi öğretmendir, öğreniyoruz. Madem ki üç tarafımız deniz, üç tarafımız Kürtler; ikisine de kıymadan kucak kucağa yaşayabilmeliyiz.