Eskiler, teşbihte hata olmaz deseler de her benzetme biraz sorunlu, en azından yüzeyseldir. Ama bir kavram var ki, şu günlerdeki sol tartışmalarının/dövüşmelerinin özünü anlamak için bir sürü lâftan çok daha açıklayıcı: Mahalle...
Bir mahalle düşünelim; yıllar önce, o zamanın dünya ve ülke koşullarına ve olanaklarına göre büyük özveri ve umutlarla kurulmuş; yepyeni, tertemiz, gönlünüze uygun, tam da taşınıp yaşamak isteyeceğiniz, daha da güzelleştirerek, geliştirerek gelecek kuşaklara bırakmak için çaba harcamaya değer bir yer. Adı Sosyalizm Mahallesi olsun. Zaman geçiyor; mahalle sakinleri arasında mahallenin onarılması, yönetimi, geleceği gibi konularda başlayan anlaşmazlık giderek büyüyor. Bu arada mahallenin altyapısının yetersizliği, artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geldiği, çöplerin toplanmadığı, çevrenin kirlendiği görülse de görmezlikten geliniyor. Suç işleniyor; suçu işleyen bizim mahallenin çocuğu diye olay örtbas ediliyor ya da kimse inanmak istemiyor. Bu durumu fark edip de söylemeye çalışanlara kulaklar tıkanıyor, seslerini biraz yükselttiklerinde mahalle baskısıyla karşı karşıya kalıyorlar. Mahalle yönetimi de bölünmüş, gerçekleri görmek, mahalleyi temiz ve sağlıklı bir ortama kavuşturmak yerine, her bir fraksiyon mahallenin ortak putunu kendine siper edip kendi iktidarı için ötekileri tepelemekten kaçınmıyor. Özgürlük, adalet, eşitlik hayaliyle kurulmuş ve bir süre bu değerlerin merkezi görülmüş mahallenin ve o mahallenin değerlerinin yeminli düşmanları da var tabii. Devleti ve bütün muktedirleri yanlarına almışlar; silahlılar, kin dolular, kandan katliamdan çekinmiyorlar. Sonrasını anlatmaya gerek yok, hepimiz biliyoruz.
Diyelim ki o mahalledensiniz, içinde yaşadığınız hırgüre rağmen yine de öteki mahallelerden daha temiz, daha iyi, daha yaşanır olduğunu düşünüyordunuz. Sonra bir gün geldi, zamanlar değişti, dünya değişti, siz değiştiniz; o zamana kadar fark etmediğiniz kötü kokuları duymaya, nereden çıktığını sorgulamaya, kötü gidişatın ve çürümenin derin nedenleri üzerinde düşünmeye; yanlışlarla yüzleşmeye ve hatta bu hatalardaki payınızı sorgulamaya başladınız. Ne yaparsınız? Kuşkusuz herkesin kendi özel tarihinden ve kişilik yapısından kaynaklanan farklı tercihleri vardır.
•Mesela, kokuları duymamak için burnunuzu tıkar, yıkılmış, damı uçmuş evleri, çamur deryasına dönüşmüş sokakları, bir yüzyıl öncesinde donup kalmış yapıları görmezden gelir, totemlerinizin, putlarınızın ardına sığınır, neydi o güzel günler, aslında biz hep doğruyduk ama dış mahalle yüzünden bu hale geldik diyerek kendinisi uyutur, gün geçirirsiniz.
•Mesela, görüp yaşadıklarınızdan sıtkınız sıyrılmıştır, komşularınızdan rahatsız olmaya, hatta tiksinmeye başlamışsınızdır. Ya da yaşam standardınızı yükseltmeye, sınıf değiştirmeye kararlısınızdır, öteki mahallelere özenmektesinizdir. Bu durumda artık orada yaşamak istemez, ilk fırsatta başka bir semte, başka bir mahalleye taşınırsınız. Kimseye de laf düşmez, tarcihiniz ve hakkınızdır.
•Mesela, bir başka tercih; sizin gibi düşünenleri yanınıza alıp işe mahallenin tabelasından başlayarak topyekûn bir temizliğe, onarım faaliyetine girişmek olabilir. Önce köhnemiş yapıları gereğinde tümüyle yıkmaktan da korkmadan sağlam temeller üzerinde yeniden inşa etmeye başlarsınız, sonra mahallelinin eski güzel günlerin eskimemiş değerlerine sahip çıkması için çabalarsınız. Kıyasıya eleştirmekten, kendinizle, kendi sokağınızdaki komşularınızla yüzleşmekten kaçınmaksızın, o değerleri yeni koşullarda sürdürecek ortamı yaratmaya çalışırsınız. En güç olan budur kuşkusuz, çünkü o değerlere karşı olanlar, o değerleri ve yaşam biçimini kendi bireysel ya da siyasal iktidarları için tehlike olarak gören öteki mahalledekiler de pusudadır. Belinizi ve mahallenizi doğrultmaya doğru attığınız her adımı kösteklemeye hazırdırlar. Hem kendinizle, hem kendi mahalle halkınızla, hem de öteki mahallenin bıçkınlarıyla karşı karşıyasınızdır artık.
•Bir de, mahallenin o hale gelmesindeki sorumluluklarını hatırlamadıkları için değil, tam da hatırladıkları ve bunun ağırlığına dayanamadıkları için çözümü mahalleyi içindekilerle, insanlarıyla birlikte yakmakta görenler vardır. Kendileri bunu istemeseler de kundakladıkları yangına, hasım/düşman öteki mahallenin elebaşıları keyifle odun taşır. Ne zamandır bugünü beklemişlerdir, açtığınız yoldan girer, saldırırlar.
Meselden misale, hikâyeden gerçek olaya gelirsek: Son tartışmalar, Sayın Halil Berktay’ın 1 Mayıs 1977’de Taksim’deki ölümlerden, kaostan ve sonuçlarından, devleti aklayıp solu sorumlu tutan, “solun kendi rezilliğini örtmek için” bir masal uydurduğunu iddia eden yazısıyla alevlendi. Bir televizyon programında, biraz da bunalıp “sözlerimi huysuz bir tarihçinin gerçeklik tutkusuna verin” diyen Sayın Berktay, tarihçi gözüyle baktığını iddia ettiği bir hadisenin öznelerine “rezillik” gibi son derece sübjektif, bilim dışı, hınç kokan, tahkir edici bir sıfat yakıştırdığı andan itibaren kendi tarihçiliği ve gerçeklik iddiası büyük yara aldı. Huysuzluk kendi sorunu, yakınlarını ilgilendirir, bizi ilgilendirmez. Ancak mahalleliye hınçlanıp mahalleyi öteki mahallelerin de yardımıyla yakıp kül etmeyi put yıkıcılık¸ mahalle baskısına kahramanca direniş, ne pahasına olursa olsun doğruları söylemekten korkmamak, mahalle baskısına pabuç bırakmamak olarak göstermeye/pazarlamaya kalkıştınız mı iş değişir. Tabulara, putlara karşıysanız, onları yıkmasını istediğiniz, uyarmaya çalıştığınız insanları ve onların doğru - yanlış değerlerini ayak altında çiğneyerek yapamazsınız bunu. Yüzleşme diyorsak, önce kendimizden başlamamız gerekmez mi? Ama hınçla değil, “Ah ben ne ettim, nerelere sürüklenmişim meğer” pişmanlığıyla değil, “Dün şunları vaaz ediyordum, en keskini bendim ve doğruydum, bugün bunları söylüyorum yine en doğru benim, doğrunun tekeli bende” büyüklenmesi ile değil. Bir dönemi, bir kaç kuşağı, yüzbinlerce insanı, ayrım da gözetmeden rezillikle itham ettiğiniz andan itibaren, söylediğiniz doğruların da hükmü kalmaz, sözleriniz mağdur ettiklerinizin duvarına çarpıp kendinize döner.
Mahalle baskısı kuşkusuz aşılması en güç olan; sadece dışardan gelen değil insanın kendi derunundan, içinden kaynaklanan bir baskıdır. Bu baskıya siyasal-düşünsel ömrü boyunca bazen ağır biçimlerde maruz kalmış biri olarak konuşursam, insanın nasıl sürü dışına itildiğini, o zamana kadar hayranlık belirtmiş olanların nasıl düşmanlaşıp hakarete varan davranışlarda bulunduklarını iyi bilirim. Böyle bir baskı ve dışlanmaya karşı çareniz ne olmalı peki? İçinden çıktığınız mahalleyi hiçbir ayrım gözetmeksizin, orada umut, gelecek ütopyası, insani değerler, bir sürü iyi şey ve bunları taşıyan insanlar da vardı demeksizin ateşe vermek, ardından da yangını körükleyen öteki mahalleye sığınmak mı? Ya da kendi ilkeleriniz doğrultusunda, vicdanınıza yaslanarak mahalleye çeki düzen vermeye elinizden geldiğince çalışmak mı? Birinci şıkkı tercih ediyorsanız, Allah selamet versin, kendiniz bilirsiniz ama yangın kundaklamanın da en azından vicdani bir cezası vardır. İkinci şıkkı tercih ediyorsanız, yani mahalle baskısına rağmen doğru bildiklerinizi mahalleliyle paylaşarak, onları rezil ilan etmeden -ve de ihbar etmeden- mahallenize çeki düzen vermek istiyorsanız, bu iş sabır ve gösterişsiz bir cesaret ister.
Tartışmayı başlatan ve taraf olanları kişisel özellikleri ve siyasal geçmişleriyle tanıdığım ve kendim de o geçmişin ürünü olduğum için, koparılmakta olan minik fırtınayı, o dönemleri kulaktan dolma bilgilerle anlamaya çalışan, 1980 darbesi ortamında yetişmiş gençlere göre daha iyi anlayabiliyorum sanırım. 7 TİP’linin öldürülmesi, 16 Mart İstanbul Üniversitesi katliamı, Maraş katliamı, v.b. dahil, yakın tarihimizin en kanlı eylemlerinde imzası bulunan Ülkücü Komandoların bağrından çıkmış günümüzün makbul Prof.’larının hariçten gazelleriyle renklenen bu kavga dövüş; sosyalist solun kendisiyle yüzleşmesi, tarihiyle, hatalarıyla, günahlarıyla hesaplaşması gibi son derece gerekli ve gecikmiş siyasi-ideolojik-ahlaki bir amaca hizmet ederse hayırlara vesile olabilir. Sosyalist sol, kendi dışından körüklenen bu rüzgârlara kapılmak, yani provokasyona gelmek yerine sapla samanı ayırarak, hiç komplekse kapılmadan, cesaretle ve alçakgönüllülükle, “yanlış neredeydi, biz bu yanlışın neresindeydik?” sorularını kendine sormalı, soruyu sorup cevabını ararken tabu ve kutsal tanımamalıdır diye düşünüyorum. Daha açık söylenecek olursa, Marksizmin dogmalarından başlayıp Leninizme ve tüm sosyalist-komünist devrimlere ve toplumsal uygulamalara uzanan bir hatırlama, anlama, yüzleşme ve yeniyi kurma sürecine girilmezse, sadece kanlı 77 “1 Mayıs”ı değil, korkarım esas ve değişmeyen mağdurları sosyalistler, komünistler olan Cumhuriyet tarihinin bütün kanları bizzat o kanı dökenler tarafından solun üzerine bulaştırılacak yakında. Ne güzel, ne verimli bir buluşma noktası olurdu kendi tarihimiz ve öğretimizle yüzleşme. Ama hasımlaşarak, düşmanlaşarak, devletin ve iktidarın saflarına geçerek değil, değerlerimizi, ütopyamızı ve dayanışmamızı yeniden inşa ederken kendimizi de değiştirerek...