Haberi, Kemal Göktaş’ın Diken’deki 9 Ağustos tarihli yazısından öğrendim. 18 ay önce, Afrin harekâtının hemen öncesinde TBMM’deki bütün milletvekillerine gönderdiğimiz 167 imzalı mektup hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı kovuşturmaya yer olmadığına karar vermiş.
Barış istemenin, savaşlara, çatışmalara karşı çıkmanın, sorunlar barışçı yollardan çözülebilir demenin suç; savaşalım, öldürelim, yakalım, yıkalım, taş taş üstünde bırakmayalım demenin vatanseverlik sayıldığı bir dönemde, hele de savaş naralarının göklere yükseltildiği şu günlerde “Askerî müdahaleye karşı çıkmak suç değildir” gerekçeli bu takipsizlik kararı son derece önemli ve değerlidir.
Söz konusu metin bir bildiri bile değildi, yurttaşların milletvekillerine bir uyarısı ve ricasıydı. Mektupta, “…Suriye toprağı olan Afrin’e silahlı müdahale bölgemize ve ülkemize barış ve güvenlik değil daha büyük sorunlar, yıkım, acı getirecek, Kürt yurttaşlarımızı da yürekten yaralayacaktır” deniyordu. Bu kadarı bile mâlum çevre ve zevatın kükremelerine neden oldu. Cumhurbaşkanı -ve aynı zamanda AKP Reisi ünvanlarına sahip- Tayyip Erdoğan, imzacıları “hain”, “vicdansız”, “alçak” olarak nitelerken, Bozdağ “Terör örgütlerinin gönüllü şakşakçıları” diyor, Bahçeli her zamanki üslubuyla ağzına geleni söylüyor, mektubun muhatabı olan, şimdi adlarını hatırlamadığım kimi AKP milletvekilleri ağız dolusu saldırıyor, Sabah grubu başta olmak üzere iktidar yanlısı medya ihbar, tehdit, hakaret yağdırıyordu.
Mektubun mevcut yasalara göre bile suç olmadığını, yurttaşlık görevimizi yerine getirdiğimizi biliyorduk. Afrin mektubuna takipsizlik kararı bunun teyidi oldu.
Devletler; tanım gereği sahip oldukları şiddet tekeline karşı çıkılmasından hiç hoşlanmazlar. İster uyarı, eleştiri, ister kamuoyuna yansıtma, bilgilendirme, ayna tutma, ister protesto; hangi şekilde olursa olsun, şiddet tekelini korumak ve sakınmak için çeşitli yöntemler kullanır, çeşitli çarelere başvururlar. Görece demokratik, özgürlükçü ülkelerde, karşı şiddet olmadıkça ifade özgürlüğü kapsamında görülen talep, uyarı ve eleştiriler, devlet tapıncı üzerine kurulu otokratik-diktatorial rejimlerde cezalandırılması gereken suça dönüştürülür. Bir sonraki adım muhalifi yaşayan ölü haline getirerek ya da düpedüz yok ederek etkisiz hale getirmektir.
Güncel olduğu için hemen aklıma gelen Ayşe Öğretmen davası, akademisyenlerin Barış Bildirisi, yazarları, gazetecileri mahkeme kapılarında süründürüp hapse tıkan ifade özgürlüğü ihlalleri otokratik devlet ve iktidarların tutumuna örnektir. Sözcülüğünü Bahçeli’nin yaptığı devletin şahin ve savaşçı kanatlarının özlemi ise yok etmektir.
Bu çevreler, Ayşe Öğretmen’in beraat kararından, Anayasa Mahkemesi’nin Barış Akademisyenleri için verdiği hak ihlali kararı ve beraat isteminden, Afrin mektubu için verilen takipsizlik kararından hiç mi hiç hoşlanmazlar. Bu kararların bozulması, uygulanmaması için ellerinden geleni yaparlar. Kimi zaman iktidar medyası gibi ahlaksızca yalanlar, ihbar ve tehditlerle, kimi zaman YÖK ve uydu rektörler gibi Anayasa Mahkemesi karararına uyulmamasını talep eden bildiriler çıkarılmasını zorlayarak, kimi zaman makamlarının dokunulmazlığı ve gücünü kullanarak, haysiyet cellatlığı yaparak ve hedef göstererek şiddet tekelini perçinlemeye çalışırlar.
Eğrisi doğrusuna gelip de yargı erkinden nasılsa yasalara uygun özgürlükçü kararlar çıkmaya görsün! Bu kararların iptalini, olmadı uygulanmamasını sağlamak, özgürlüklerden yana kara veren yargıyı geriletmek, hak ve özgürlükler için mücadele edenleri sindirmek, ürkütmek, itibarsızlaştırıp hedef göstermek için ellerinden geleni ardlarına koymazlır.
Devletlû’lar, yurttaşın anayasal-yasal haklarını tanıyıp güvence altına alan yargı kararlarından hoşnut olmamakta, bunları geçersiz kılmaya çalışmakta haklılar. Mesela Afrin mektubuna takipsizlik kararı verilmesi beni hemen şımarttı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı “Askerî harekâta karşı çıkmak suç değildir” diyor. Ben de yine -hem de bu defa Cumhuriyet Başsavcılığının takipsizlik kararına güvenerek-, şu Fırat’ın Doğusu’nda, Suriye topraklarında 30-40 kilometre içeriye girme, oraları tarumar etme, yakıp yıkma, insanları yerlerinden sürme, demografik yapıyı değiştirme niyetinizden vazgeçin; oralara bu çapta bir askerî harekâtın sonuçları sandığınızdan daha kötü olur, diyorum.
Afrin’e silahlı müdahalenin daha büyük sorunlar, yıkım, acı, çözümsüzlük getireceğini yazmıştık milletvekillerine mektubumuzda. Haklı çıktık; Suriye sorunu, bölgedeki insanî trajedi, dış siyasetteki belirsizlik ve kararsızlık, Türkiye’nin dünyadaki görüntüsü, o zaman bu zaman daha da kötüleşti, derinleşti. Türkiye Ortadoğu’da ciddi bir çıkmaza saplandı. Afrin’deki insanların başlarına gelenlerden, yaşadıkları büyük trajediden hiç söz etmiyorum burada, bu ayrı bir bahis, kimsenin de umurunda değil zaten.
Demem o ki, hamasî savaş naralarının gürültüsü arasında şimdilik fark edilmese de, bir yandan ABD’yi bir yandan Putin’i “idare etmeye” çalışırken, yedi düvelle düşmanlaşıp hırlaşırken, hiç de hoş olmayan gelişmelerle karşı karşıya kalabiliriz.
Şimdilik Fırat’ın Doğusu macerası buzdolabına konmuş görünüyor ama sanmayın ki derin dondurucuda; olsa olsa soğutucu bölümde ve o bölüm yiyeceklerin kokmasını uzun süre engelleyemez. Bu arada, “Siz kurşun kaç para biliyor musunuz?”, “Uçaklar leblebi fıstık atmıyor” gerekçelerine sığınıp, sâde vatandaşı ezen hayat pahalılığına, her geçen gün on binlerce insanımızın yoksulluk sınırından açlık sınırına kayışına savaşı mazeret olarak sunarsanız, gün gelir, kitleler “Ben mi ‘git el âlemin topraklarına gir, orada savaş’ dedim sana” diyerek uyanırlar. Benden söylemesi, ufak ufak uyanmaya başladılar bile.
İşin özeti: Hiç umudum yok ama: Ey Türk Devleti, ey Cumhur İttifakı nâm iktidar koalisyonu! Titre ve (“kendine” değil) barış siyasetine dön. Hem içeride, hem de dışarıda. Ve “Ey muhalefet, hele de ana muhalefet! Göstermelik utangaç barışçılığı, iyi saatte olanları ürkütmeyecek, “mış gibi” yapan çözüm önerilerini bırak artık. Suriye Irak hattında olsun Türkiye’de olsun barışın ve çözümün yolu Kürt faktöründen geçer. Barışın yolu S-400’ler mi, F-35’ler mi dalaşlarından değil, silah tüccarı süper güçlerin at oynattıkları pazar olmaktan değil, silahlanmaya karşı çıkmaktan geçer, savaş sanayiini desteklememekten geçer.
Bunu bilmiyorsan, ya da bilip de söylemiyorsan, savaş koalisyonu AKP-MHP ittifakından farkın ne olacak! “Yok aslında birbirimizden farkımız ama biz ana muhalefetiz” sloganı otuz-kırk yıl öncesinin banka reklamları için parlak olabilir ama Türkiye’nin sorunların çare değildir.
Sizlerden umudum pek yok ama bizler: Türkiye’nin özgürlükçü; barışçı, eşitlikçi kesimleri, barış talebimizi sürdüreceğiz. Afrin mektubuna takipsizlik kararı, Barış Akademisyenleri’ne hak ihlali kararı ve benzeri kararlar bizleri cesaretlendiriyor tabii. Bu yüzden de bu kararları veren yargı mensuplarına saldırmak, gözdağı vermek, itibarsızlaştırmak, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını tanımamak gibi yollara gidebilirsiniz. Nafile: Bizler bu kararlardan önce de insan haklarını, herkes için özgürlüğü, ille de barışı bedel ödemeyi göze alarak savunduk, bundan sonra da -hem de çoğalarak- aynı yolda yürüyerek, namuslu, ahlaklı yargı mensuplarının kararlarına dayanarak barışı, özgürlükleri, gerçekleri savunacağız.
Biz çoğaldıkça hak ve adaletten yana karar verenler de çoğalacak. İnsanî zaaflarla, insanî korkularla, yargı yetki ve gücünü şiddet tekeline sahip devletin/iktidarın emrine veren yargıçlar, savcılar, belki bir durum ve ahlak muhasebesi yapıp devleti değil insanının hakkını hukukunu korumayı önceleyecekler.
167 değil bir milyon 167 imzalı “Savaşa hayır! Yurtta sulh, cihanda sulh” imzalı bildiriler/mektuplar çıktığı anda, bilin ki sorunların çözüm yolundayız.
Ha gayret!..