Kitle-lider-iktidar ilişkisi siyaset sosyolojisinde üzerinde epeyce düşünülmüş, yazılmış, çizilmiş bir konudur. Liderin kitleleri, kitlelerin lideri değiştirip biçimlendirmesinin diyalektiği sadece teoride kalmamış, binlerce yıllık siyasal tarihinin verileriyle kanıtlanmıştır. Kitle; kendini özdeşleştirdiği, ezikliğini, mağduriyetini onun kişiliğinde onarıp giderdiği, çıkarını ve güvenliğini şahsında gördüğü lidere teslim olur, onun iktidarını kendi iktidarı sayar/sanır. Lidere bağlılık, özellikle toplumların derin dönüşümler yaşadığı ya da büyük sorunlarla karşılaştığı dönemlerde, kimi zaman akıl vicdan tanımayan bir toplumsal histeriye dönüşür. Çağlar boyunca bütün tiranlar, diktatörler, “tek adam”lar bu kitle psikolojisini kullanarak iktidar olmuşlardır.
Liderin kişilik özellikleri, kitleye hitap ederken kullandığı dil, polemik üslubu, kutsallık yüklediği kavramlar, siyasal rakiplerine karşı tutumu hepsi kendisini destekleyenlerde yankı bulur, model oluşturur. Hele de kitlelerin etkilenmeye en açık oldukları, duygu ve heyecanın sağduyunun önüne geçtiği ortamlarda, mesela seçim dönemlerinde, kitle üzerinde lider etkisi büsbütün güçlenir.
Oğlu öldürülmüş acılı anayı miting meydanında yüzbinlere yuhalatan lider; birey olarak iyi yürekli, merhametli, vicdanlı insanların, oğlunu yitirmiş bir anayı yuhalayan kin ve düşmanlık dolu insanlara dönüşmesinden sorumludur.
Milyonların önünde siyasî rakiplerini satılmışlıkla, şerefsizlikle itham eden, dinlerini mezheplerini sorgulayan, onları aşağılayan lider; yarın o kitlelerin saldırganlaşmasından, “ötekiler”e düşman olup kardeşlerini boğazlamasından, vicdansızlaşıp vahşileşmesinden sorumludur. Lumpen kabadayı ağzını “halkın dili” diye pervasızca kullanan; saygısızlığı, saldırganlığı, dayılanmayı dik durmak sanan lider, kitlelerin terbiye-edep düzeylerini aşağı basamaklara iter, halkı lumpenleştirir. Liderin çatışma dili, toplumun bütününe çatışmacılık, kavgacılık, şiddet olarak yansır.
Demokrasi kültürünün kökleşmediği, siyasetin sandıkta oy toplamaktan ibaret sanıldığı, iktidarın mutlak güce dönüştüğü bizcileyin toplumlarda, kitle desteğine sahip bu tür bir liderin tarzı ne yazık ki diğerlerini de etkiler, onları da aşağı çeker. Böylece, iktidardaki veya muhalefetteki siyasetçilerin elbirliğiyle toplumun davranış normları, vicdanı, siyasal ahlakı, sağduyusu geriletilir.
Sadece kitleler değil, liderin yakın çevresindekiler: kaderlerini ona bağlamış yardımcıları, samimî destekçileri, yandaşları da aynı âkibete uğrar. Însanî zaafları, biat kültürüyle bağları, siyasal hırsları, liderden maddî manevî beklentileri -bazen de suç ortaklıkları-ne kadar fazlaysa lidere göre şekillenmeleri de o kadar hızlı ve kolay olur.
Liderin; sadece kitleleri değil çevresindekileri, tek tek yandaşlarını da nasıl düzeysizleştirebileceğinin ibret verici örneklerini, Tayyip Erdoğan’ı koşulsuz destekleyen, bedenlerini ve ruhlarını her türlü eleştiriye kalkan yapan, onun her sözünde, hatta tehditlerinde hakaretlerinde hikmet arayan danışmanlarında, yandaşı yazarlarda, gazetecilerde, yorumcularda, akademisyenlerde, vb. görmek mümkün. Adı anılmaya, konuşulmaya değmeyecek bazıları bir yana; daha birkaç yıl önce Erdoğan’ın bugün geldiği noktayı asla kabullenemeyecek siyasal bilince sahip, dürüst, vicdanlı, donanımlı, demokrat kişiler nasıl bu noktaya geldiler diye düşünüyor insan. Bugün çoğu; liderlerinin çatışmacı, intikamcı, ayrımcı saldırgan dilini kullanıyor. Dün eleştirdikleri hukuksuzlukları, demokrasi ayıplarını, vesayeti, buyrukçuluğu, vb. bugün Erdoğan adına savunuyor. Liderin toplumu aşağı çekmesi, kitlelerin ve kendi çevresinde kümelenenlerin düzeyini yükselteceğine düşürmesi dediğim bu işte. Toplumcak masumiyetimizi, vicdanımızı, etik değerlerimizi, sağduyulu muhakeme yetimizi yitiriyoruz. Düşmanlıkla, hırsla, intikamcılıkla, sevgisizlik ve anlayışsızlıkla doluyoruz.
Abarttığımı düşünebilirsiniz, ama hayır, keşke benim karamsarlığım olsa! Toplumun halini gözlemek yeterli. En kötüsü de iktidarların, liderlerin geçici olmasına karşılık toplumdaki bu erozyonun, insanımızın aşınmasının kolay kolay tamir edilemeyecek olması.
Bu ülkeye yeni bir ses, yeni bir umut gerek. Türkiye sadece tellakların değiştiği, kimilerinin tellak değişikliğini “devrim” diye pazarladığı bir ülke olmamalı.
Alacağı oy, kazanıp kazanmayacağı, siyasî kimliği, partisi umurumda değil. Selahattin Demirtaş diliyle, üslubuyla, siyaseten değil yürekten gelen barış ve “çeşitlilik içinde nar gibi birlik” özlemiyle; ağır mağduriyetler yaşamış Kürt-Zaza kimliğini Türkiyelilik paydasında eriten kardeşlik söylemiyle, gençliğiyle, gülen yüzüyle, umuduyla bu ülkeye barışı, kardeşliği, vicdanı, etik değerleri yeniden hatırlatıyor. Siyasetin dilini temizliyor, yeniliyor. Halk gibi konuşmanın, halktan olmanın; çatışmacı, bölücü, kindar, lumpen dille sağlanamayacağını gösteriyor. Başka bir dilin, başka bir siyasetin, başka bir Türkiye’nin, yeni bir yaşamın mümkün olduğu umudunu yayıyor. Kendisine kulak veren kitleyi aşağı çekmek, ilkelleştirmek, sonra da kendisi kitleyi gerilettiği düzeye inmek yerine, hepimize başka bir söylemin, başka bir yaşamın mümkün olduğunu ve halkların bunu hak ettiğini hatırlatıyor.
Toplumun cinnet ortamına sürüklendiği, herkesin birbirine düşman edildiği, kan kültürünün egemen olduğu, vicdan ve sağduyu aşınması yaşadığımız şu günlerde, Demirtaş kimmiş, hangi partiden adaymış, şansı neymiş, bütün bunları bir yana bırakıp sesine kulak verelim. Önyargılarımızdan, ayrımcılıktan, korkularımızdan kurtulalım. Bize siyaset diye dayatılan ve her gün biraz daha boğuculaşan asık suratlı nefret ve çatışma ortamından bir an için çıkalım, içimizi yıkayalım, insan yanımızı onaralım.
Demirtaş’a oy vermek: umut tükenmesin, vicdanlar daha fazla kararmasın, yeni bir yaşam vaadi öksüz kalmasın, demek benim için. Hiç değilse kararan ruhumuza, vicdanımıza bir iyilik yapmış, gelecek için bir mum yakmış oluruz.