YAŞ’la kuruyla, şikeyle Balyoz’la, sıcak havalarla ve sıcak gündemle oyalanırken...
YAŞ’la kuruyla, şikeyle Balyoz’la, sıcak havalarla ve sıcak gündemle oyalanırken, artık hedefini ve anlamını yitirmiş kirli bir savaşta gencecik insanlar ölüyor bu ülkede farkında mısınız? Ya da belki soruyu şöyle sormalıyım: Siz ey Türk ve Kürt muktedirler! Sizler, Kürt ve Türk “şehitlerimizin” ardından karşılıklı nefret söylemini yükseltmek, timsah gözyaşları dökerek inandırıcılığını çoktan yitirmiş barış nutukları atmak ve şiddeti iki taraflı tırmandırmak dışında silahların susması, barış ve uzlaşma ikliminin yaratılması için hangi cesur adımı attınız? Kendi “ama”larınızın ardına sığınmaksızın, ötekini dinleyerek ve anlamaya çalışarak çözüm için ne yaptınız? Nereye gidiyoruz, nereye sürüklüyorsunuz bizleri? Ve ne hakkınız var, bu ülkeyi, Türküyle Kürdüyle bu halkı perişan etmeye, kana bulamaya? Türk ve Kürt muktedirler dedim, evet. Çünkü bu meselede iki taraf, iki halk var ama asıl iki tarafın liderleri, siyasileri, egemenleri var. Halklar çözüm istiyor; muktedirler ise kendi iktidarlarının, kendi bekalarının, kendi davalarının peşinde çözümsüzlüğü körüklüyor. Baş Sorumlu Devlet ve İktidardır İki kişi birbirini bıçaklamışsa, hesap önce bıçağı ilk çekenden sorulur. Zalim saldırganın darbesini yiyen kanlar içindeki mazlumun kendi çakısına, bıçağına, silahına davranmasında şaşılacak bir şey olmadığı gibi haklılık payı vardır. İşte bu yüzden Kürt sorununun ilk muhatabı ve sanığı devlet ve iktidardır. Bırakalım yüz yılı aşkın geçmişi, bırakalım geç ve tepeden uluslaşmanın zorunlu sonucu olan gaddarlığı, despotluğu, kanlılığı (Dersim’i hatırlayın) tartışma götürmeyen Sünni Türk devletinin geçmişteki sabıkalarını bir yana. Son yirmi yıla bakmak, bir halkın -Kürt halkının- Türk ulus devletinin değirmen taşları arasında nasıl ezilip ufalanmak istendiğinin ve “artık yeter” diyerek başkaldırdığında nasıl bir şiddete maruz bırakıldığının kanlı örnekleriyle doludur. İşte bu yüzden ilk sorgu, ilk suçlama haklı olarak devlete ve siyasal iktidara yönelecektir. AKP iktidarı, özellikle de tek adam konumundaki lideri, dökülen kandan ve toplumsal dokumuzun her gün biraz daha yıpranıp dağılmasından hem sorumlu hem de suçludur. Gelinen noktada, artık iktidarı ordu ve Cumhuriyet bürokrasisi ile paylaşmak mazeretine sığınamayacak olan AKP’nin açılım, çözüm falan derken vardığı yer, çözüm konusunda en iyimser ve sabırlı olanları da çoktan umutsuzluğa sürüklemiştir. Operasyonları anında durdurabilecek, diyaloğu açıkça başlatıp Kürt sivil siyasetine konan engelleri kaldırabilecek, gereğinde yasaları değiştirerek gereğinde elindeki büyük kitle desteğine yaslanarak barışçı çözümün yollarını açabilecek olan AKP, özellikle son iki yıldır gün be gün gerilemekte, devlet refleksine kapılıp uzlaşma dili yerine muktedirin savaş ve intikam dilini geliştirmektedir. Dışlayıcı, ötekileştirici, hasımlaştırıcı bu dil ve bu anlayış, hakların teslimi ve kabulu yerine sorunu ihsanla, kendi Kürdünü yaratmakla, Kürt siyasal hareketini kuşatıp ezmekle çözeceğini sanmakta ve fena halde yanılmaktadır. Başbakan’ın kendi tabiriyle söyleyeyim: Kimse kusura bakmasın ama, elleriniz kanlıdır beyler. İktidara sahip olduğunuz halde, siyasi iradenizi barışçı çözümün arkasına koyup çatışmayı engellemediğiniz için; çözüme götürecek, en azından bir ışık olacak olumlu iklimi yaratamadığınız için dökülen kandan sorumlusunuz. Ezilmişliğe, aşağılanmaya, kendi kimliğiyle, kendi diliyle kendisi olmaya konulan engellere karşı baş kaldıran Kürt halkının ölen çocukları kadar kirli bir savaşta kardeşlerini kırmaya gönderdiğiniz Türk çocuklarının ölümlerinden de sorumlusunuz. Ve sizler, sözde muhalefet partilerinin siyasetçileri! İktidar ne dese ne yapsa aksini söylemeyi muhalefet sanan, ama iş Kürt meselesinde barışçı çözüme, yani Kürt halkının haklı taleplerini yerine getirmeye dayanınca, yeminli düşmanınız AKP ile domuz topu, sarmaş dolaş olmakta dakika geçirmeyen sizler! Eliniz, yüreğiniz kanlıdır. Dökülen kandan, lime lime olmuş bu ülkenin kanayan yarasından sizler de sorumlusunuz, suçlusunuz. Tarihin hepinizin önüne koyacağı fatura yüklü, hem de çok yüklü olacak, sakın şaşırmayın. Mağdur Zalimin Dilini Kullanırsa... Ve sizler, Kürt silahlı hareketinin, Kürt siyasal hareketinin muktedirleri! Mağdurun ve mazlumun vicdan dilinin; kurşunların, bombaların, mayınların desteğiyle, öfke ve intikam duygularıyla da beslenerek zalimin diline benzemekte olduğunun farkında mısınız? Son günlerde Kürt hareketinden gelen bütün açıklamaları, toplantı sonuç bildirgelerini, avukat görüşmelerini, vb. dikkatle okuyorum. Kürdüyle, Türküyle bizleri nereye sürüklüyorsunuz sorusunun cevabı yok o metinlerde. Siz var sanıyorsanız, var olduğunu iddia ediyorsanız da yok. Ya da daha kötüsü: kaosa, çözümsüzlüğe, savaşa açılan cevaplar var. Belirsizlik, kararsızlık, karnından konuşma, yalpalama var. Ve bu laf ktalabalığı arasında, ne sürdürülen operasyonlara karşı öz savunma gerekçesiyle, ne gençlerin öfkesine, tepkisine engel olamıyoruz özrüyle savuşturulabilecek provokasyonlar, cinayetler işleniyor. İnsanlar, gençler, çocuklarımız ölüyor hanımlar, beyler! Biliyorum: “bu taraf”tan bakıldığında hiçbir şey “o taraf”tan görülenle aynı değil. O taraf’a her gittiğimde içime dolan, ben burada olsaydım dağa çıkardım duygusundan biliyorum. Bir halkın kendi diline kavuşmak için verdiği mücadelenin heyecanını birlikte yaşadığımda gözlerime dolan sevinç gözyaşlarından, demokratik çözüm çadırlarında bir halaya katıldığımda beni bile gençleştiren heyecandan ve orada olup bitenlerin yüreğime, vicdanıma sapladığı utançtan biliyorum. Bana ve benim gibilere, “Bilmiyorsunuz, öte yanda duruyorsunuz”, hatta bazen daha da ileri gidip, vicdansızlaşıp “devletin yanında duruyorsunuz” falan demeyin sakın, haksızlık etmeyin. Bir durun, dinleyin: Gücünüzü mağduriyetten değil haklılığınızdan alın. Mağduriyetten alınan güç kördür; saldırganlığa ve zalimliğe dönüşür. Haklılıktan alınan güç dalga dalga kitlelere ve vicdanlara yayılarak çözüme götürür. Bir durun, dinleyin. Sizin oradan bakıldığında da buralar sisli görünüyor; buraların duyguları, tepkileri, acıları anlaşılamıyor. Galiba, yapmamız gereken birbirimizin içinde, birbirimizin ortamında durup geldiğimiz tarafa, yani kendi tarafımıza bakabilmek. O zaman her adımımızın, her söylemimizin mutlak ve tek doğru olmadığını anlayabiliriz. İnsan, kendi yakın çevresiyle sınırlı ve o çevreyi güç aşabilen bir yaratıktır. Kendi çevresinin, kendi mahallesinin, kendi örgütünün doğruluğuna ve haklılığına inanmaya, kendine verilmiş gözlüklerle bakmaya eğilimlidir. Acaba mı sorusunu sorabilmek, belki öteki de haklıdır, en azından kendini haklı görmektedir diye düşünebilmektir asıl mesele. Mesele kendi muktedirlerimizi, kendi şiddetimizi de “ama”lara sığınmadan sorgulayıp, neye mal olduğunu görebilmektir. Öte yandan, kimselerin fazla değinmediği; bırakın yüksek sesle söylemeyi fısıldama cesaretini bile, korkudan değil Kürtlere zarar verir diye bulamadığı, kendine gerekçe üstüne gerekçe uydurmak zorunda hissettiği bir konu var. Mağdurun şiddetini, savaş dilini, çözümsüzlüğü besleyen eylemini ve söylemini haklı gösterme güdüsü... Zulme uğrayanın, mağdurun öfkeden ve tepkiden doğan şiddetini anlamak, bu şiddetin nedenlerine hak vermek kanı, ölümü, şiddeti meşru saymak değildir, olmamalıdır, çünkü şiddetin haklısı yoktur. Ezen ulusun ferdi olup muktedirler, zalimler kesiminde görülmenin utancı ve vicdan yükü yüzünden mağdurun şiddetini görmezden gelmek, olumlamak, teşvik etmek devrimci dayanışma sanılsa da kimilerince, halkların yaralarını deşmekten, kanı çoğaltmaktan ve asıl herkesin kendini sorgulamasını geciktirmekten başka sonuç vermez. Nereye, diye soruyorum yeniden. Nereye gidiyoruz, bizleri nereye götürüyorsunuz ey muktedirler ve muktedirlerin gerçekleri görmesini engelleyen yandaşlar, şakşakçılar? Bizi nereye götürüyorsunuz ey iktidarın, muhalefetin, Kürt hareketinin egemenleri? Bir durun, düşünün, ötekini dinleyin. Türkiye’nin korkularını, kaygılarını, yasını anlamaya çalışın. O zaman, Türküyle Kürdüyle bizlerin, -yani sıradan halkın, yani 75 milyonun- korkularımızın, acılarımızın, umutlarımızın ve kaygılarımızın aynı olduğunu fark edeceksiniz. 75 milyonluk sessiz bir koronun sorduğu “Nereye gidiyoruz, bizi nereye götürüyorsunuz?” sorusunu, toprağın derinliklerinden gelen deprem habercisi bir uğultu gibi duyacaksınız. Geç kalmadan açın kulaklarınızı ve yüreğinizi, duyun bu sesi. Yoksa deprem bu ülkeyi harabeye çevirecek. Nereye götürüyoruz bizler bu ülkeyi, diye sorun kendinize kendi mahreminizde. İnsansınız; bir tel kıpırdar belki içinizde.