D_Masthead_970x250

Ölmeyin çocuklar! Siz eridikçe toplum çürüyor, vicdan ölüyor

"Ölümden hayat doğmaz, ölümden umut doğmaz; hele de bu topraklarda hiç!"

Siz: Nuriye Gülman ve Semih Özakça, siz orada; gören gözlerin, duyan yüreklerin, isyan eden vicdanların önünde gün be gün eridikçe bu ülkenin vicdanı dumura uğruyor. Vicdan ve iyilik katilleri, gözleri kendi çıkar ve iktidarlarıyla körleşmiş olan muktedirler; nefret söylemiyle, ayrımcılıkla, çatışmacı, savaşçı saldırganlıkla kötücülleştirilmiş, iktidar yalanlarının kurbanı masum insanlar farkında bile değiller; bu toplum çürüyor, moleküllere ayrılıyor, insanlarımız kendi kör duyarsızlıkları altında ezilirken kötülüğe dur deme cesaretlerini yitiriyorlar.

Ne örgüt emri, ne “üst akıl”, siz haklarınız için adaletsizliğe, hukuksuzluğa karşı tek silahınız olan yaşam hakkınızı ortaya koyarak mücadele ediyorsunuz. Sadece kendiniz için değil, adaletsizliğin, hukuksuzluğun kurbanı milyonlar için ölümü göze alıyor, hepimiz adına bedel ödüyorsunuz. Bu yüzden size “Ölmeyin çocuklar” diye seslenmeye cüret ediyorum, saygısızlıksa beni affedin.

Sizin; özgür iradenizle, kararlılıkla, cesaretle ölümü göze almanız hepimizi, bütün toplumu, asla ödeyemeyeceğimiz bir vicdan borcuna mahkûm ediyor. Bu borcun altında eziliyoruz. Çünkü seyirci kalıyor, sembolik eylemler yapıyor, birlikte fotoğraf veriyor, yazılar yazıyoruz ama duyarsız ve adaletsiz muktedirlere boyun eğdirecek bir güç olamamanın çaresizliğini yaşıyoruz.   

Açlık grevi/ölüm orucu; hakkın, adaletin bulunmadığı yerde silahsız insanın son çaresi, son silahıdır, biliyorum. İyi bildiğim başka bir şey daha var: yüzlerce yıllık ceberrut geleneğin mirasçısı bu devletin vicdanı yoktur, kulakları sağırdır, derisi kalındır, bildiği tek çözüm hakları için başkaldırana şiddetle boyun eğdirmektir. Mevcut iktidarın bu gelenekten devraldığı ölüm duyarsızlığı, ölüm kutsaması, cellatlığı yüceltip idam naraları atması aynı kadim devlet zihniyetinin devamı ve parçasıdır.

Acıyla, kederle hatırlıyorum. F- Tipi Ceza Evi direnişi sırasındaki ölüm oruçlarında 150’yi aşkın gencecik insanımızı yitirdik. Devlet de, örgüt de, halk kitleleri de umursamadı, adları hatırlanmıyor bile. O günlerde bu duyarsızlığa karşı içimde büyüyen çığlığı Erguvan Kapısı romanını yazarak duyurmak, sessizliği yazarak delmek  istedim. Elimden gelen buydu. Yaşamı korumak, kutsamak için ne kadar az şey değil mi!

Ölüm oruçları içimde vicdanî bir yara olarak durur. Çünkü bir yandan ölüme yatanlara büyük saygı, kendi çaresizliğimden utanç duyarım, öte yandan ister devlet, ister örgüt iktidarı olsun, muktedirlerin insan yaşamına değer vermediklerini, ölümleri kendi hedeflerine giden yolda “fire” saydıklarını, araçsallaştırdıklarını iyi bilirim. Bu yüzden insan yaşamına, canlıya zarar verecek hiçbir eylemi kutsayamam, ölüm oruçlarını teşvik edemem. Murat Sevinç, yaşadığım bu yıpratıcı ikilemi, Diken’deki 5 Mayıs tarihli “Adaletsizliklere karşı yaşamı sahiplenmek” yazısında o kadar mükemmel anlattı ki, fazla söze ihtiyaç yok.

Yaşıma verin, içimdeki acıya, küçücük de olsa bir ışık, bir umut görme ihtiyacıma verin size seslenme cesaretimi: Size yalvarıyorum çocuklar, ölmeyin! Duyarsızlık cinayetine ortak olmamıza izin vermeyin.  Adaletsizliklere, mağduriyetlere karşı kendimizi tüketerek değil, birleşerek, birbirimizden güç alarak, yaşama birlikte sahip çıkarak mücadele edelim. Ölüme göz kırpan kararlılığınız ve cesaretinizle bize güç verin. Birlikte bu karanlığı, çürümeyi, kötücülleşmeyi, vicdan aşınmasını yenelim.

Ölümden hayat doğmaz, ölümden umut doğmaz; hele de bu topraklarda hiç! Eyleminiz amacına ulaştı. Yaşatmak için, umutlar filizlendirmek için, bizleri çaresizlikten doğan utancımızla baş başa bırakmamak için, yaşama tutunun ki bizler de size tutunabilelim.