7 Haziran gecesi HDP’nin başarısını kutlarken bir arkadaşımız, Kürt hareketini şimdi güç günler bekliyor, demişti. Bense, bakalım bu şenliğin sonu nasıl gelecek, diye her zamanki gibi gamlı baykuşluk yapmıştım. Arkadaşımın endişesi Kürt hareketini iyi tanımasından, benimki ise TC devletine ve Erdoğan iktidarına güvensizlikten kaynaklanıyordu. Her zaman olabileceklerin en kötüsü olur türünden Murphy yasalarının geçerli olduğu ülkemizde, ne yazık ki gamlı baykuşlar çoğunlukla haklı çıkar.
Erdoğan iktidarının hem siyasî hem silahlı Kürt hareketini bitirme niyeti/planı artık apaçık ortada. Bölgede uygulanan devlet şiddeti ahlakî, siyasî, vicdanî sınırları aşıyor. Kürt halkı bir kez daha kıyıma, kırıma uğratılıyor. Geldiğimiz noktada, 1990’ları da aşan bir kan, ölüm, zulüm ortasındayız. Savaş dağlardan, kırsaldan şehirlere indi; artık keskin nişancılar sivilleri, çocukları vuruyor, yerleşim merkezleri ateş altında kalıyor, bölgede devlet terörü kol geziyor. Öte yandan PKK birlikleri bombalarla, ağır silahlarla kışlalara, garnizonlara, emniyet binalarına, kaymakamlıklara saldırıyor, oralara atanmış olmaktan başka suçları olmayan askerleri, polisleri öldürürken, yine çoluk çocuk siviller ölüyor. Türk, Kürt; kitleler artık savaş istemediklerini haykırıyorlar. Ama silahı, şiddeti benimsemiş taraflar duymuyor, dinlemiyor. Aksine, akıl almaz bir aymazlık ve acımasızlıkla kör şiddeti tırmandırıyorlar.
Tarih, yıllar sonra Dersim 38’i nasıl yazdıysa bugünleri de öyle yazacak, hem de fazla gecikmeden. Bugün Silvan’da, Varto’da, Bismil’de, Şırnak’ta, bölgenin daha nice yöresinde olup bitenleri görmek istemeyenlerin, görüp de görmezden gelenlerin, bilip de inkâr edenlerin, susanların, hele de “ama Kürtler de…” diye başlayan cümleler kuranların; devletin suçlarında cinayetlerinde ortak sorumluluğu var.
Peki ya biz? Savaşa, zulme karşı bölge halkının yanında durmaya çalışan bizler: Barışçılar, demokratlar, bütün vicdanlı insanlar. Bizler de, savaş varsa savaşın iki tarafı olduğunu, silahların iki yandan da sıkıldığını, akan kanın her iki tarafın da eline bulaştığını görmek zorunda değil miyiz? Şurada minicik bir çocuk devletin keskin silahçılarının kurşunuyla öldürülürken, burada bir başka minik bedenin PKK şiddetine kurban gittiğini yüksek sesle söyleyemiyorsak, ne biçim barışçılarız, nasıl insanlarız biz! Ölenin kim olduğunu, öldürenin kim olduğunu sorgulamak yerine “suç kimde, kim başlattı”, vb. soruları öne alıyorsak; kör şiddete nereden gelirse gelsin karşı çıkmıyorsak, bir tarafı görüp öteki tarafın sorumluluğunu görmezden gelmeye, itiraf etmemeye çalışıyorsak şiddeti bir şekilde desteklemiş olmuyor muyuz?
Herkese, Diyarbakır Barosu’nun dün açıklanan bölge raporunu tavsiye ediyorum. Söylemek istediklerimi, duygular değil olgular üzerinden o kadar güzel ve açık anlatıyor ki. Gün, orada yansıyan sağduyuya sahip olma günü.
Son iki haftadır, Bölge’den ardı ardına gelen demokratik özerklik ilanlarını izleyen gelişmeler, anlatmak istediğimin uygulamalı dersi gibi. Böyle bir adım atılması ve sürdürülmesi, açıkladıkları gibi PKK/KCK’nin talebiydi. Televizyon kameraları önüne dizilmiş KCK’li, DBP’li (Demokratik Bölgeler Partisi) bir grup kadın ve erkek ellerindeki metni okuyarak özerklik ilan ettiklerini bildiriyorlardı. PKK’nin silahlı kadroları, HPG de bu özerklik ilanının koruyucu güçleri olarak tahkimat yapmış, ne zamandır silah depolamış, şiddet eylemlerini yoğunlaştırmış, hendekler kazıp barikatlar kurmuşlardı. İktidara; savaşı yoğunlaştırmak, sivil halkı ezmek ve Kürt siyasî hareketinin bölgedeki kadrolarını etkisizleştirmek için bundan iyi fırsat verilemezdi. Nitekim, bu ilanlardan sonra, açıklamayı yapanlar ve bölgedeki diğer kadrolardan yüzlercesi tutuklandı; mahallelere girildi, evler yıkıldı yakıldı, olaylarla ilgisi olmayan sivil halk can kaybı dahil büyük bir mağduriyet yaşadı, hala da yaşıyor.
Üstüne üstlük, tutuklanan belediye eşbaşkanı, şu veya bu parti ilçe eşbaşkanı, ilçe sivil örgüt mensuplarının, işin neye varacağını avukatlarından öğrenince, “Ben metni bilmiyordum, orada sadece durdum, okumadım”, “Bir teyze geldi, bir kağıt getirdi, ben hiçbir şey bilmiyorum” türünden, -konunun ciddiyeti düşünülürse- insanı hırsından ağlatacak ifadeleri (yalanlanmadı, düzeltilmedi, umarım yanlıştır, tekzip edilir) özerklik gibi son derece önemli, hem ülkeye hem bölgeye gerekli, tartışmasız doğru bir adımın nasıl hafife alındığının, nasıl içselleştirilmediğinin, amacından nasıl koparıldığının acı bir örneği. (Bu arada özerklik istemi, hatta ilanının normal koşullarda şiddete başvurulmadıkça suç sayılamayacağını eklemek isterim. Ama ne yazık ki savaş ve şiddet ortamındayız.)
Böyle bir ortamda yukardan gelen emirle, sonuçlarının nereye varacağı hesaplanmadan atılan bu adım Kürt hareketine ne kazandırdı? Devlet terörünü yoğunlaştırmaktan, hareketi itibarsızlaştırmak ve güven aşınmasına uğratmaktan, bahane yaratıp yüzlerce KCK,DBP, HDP kadrosunu, belediye başkanlarını hapse attırmaktan, en önemlisi de HDP’yi vurmaktan, güç duruma sokmaktan başka?
Demirtaş’ın “Kentlerde silah kullanılmasını, bazı yerlerde göstericilerin eline silah alıp özerklik ilan ettik demesini doğru bulmuyorum. Demokratik Özerklik anayasal güvence altına alınmadan olmaz” sözleri, yani ovadaki siyasetin bakışı ve değerlendirmesine; Diyarbakır Barosu Başkanı Elçi’nin aynı doğrultudaki sözlerine Dağ yine öfkelenecek, bir zılgıt daha çekecek HDP’ye. Bilmeleri gereken ise, Kürt hareketine her zaman destek olmuş Türk ve Kürt barış çevrelerinin, bazen dillendirmekten çekinseler de, bu görüşü paylaştıkları, bölge halkının ise çatışma değil ne pahasına olursa olsun barış istediğidir.
HDP, bir yandan iktidarın benzerine az rastlanan saldırılarıyla, ayak oyunlarıyla, yalancı algı operasyonlarıyla mücadele ederken, bir yandan da kendisini hedef alan Dağ kadrolarının, Kandil yöneticilerinin eleştiri sınırını aşan saldırılarıyla karşı karşıya. Kürt siyasal hareketini ve Kürt halkını ezdirmek konusunda Kandil’in Erdoğan iktidarı ve Devlet ile böylesine rezonans halinde olmasının anlamını çözmek gerçekten de güç. Sanırım mesele: 30 küsur yıllık bir silahlı hareket geleneğinin, sorunları barışçı yollardan çözme kapasitesi ve alışkanlığına sahip olmamasında ve hâlâ 2000’ler öncesinde kalmasında. PKK lideri Öcalan’ın, bölge, dünya ve Türkiye koşullarını iyi okuyarak silahlı çözüm döneminin geçtiğini yıllar önce ifade etmesine rağmen, Kandil hâlâ dağlarda aynı yerde duruyor. O zaman HDP’yi, yani ovada sivil siyaset çabalarını yıpratmaya çalışmalarının nedenini anlamak mümkün.
İki tarzı siyaset var: Biri savaşı şiddetlendirip, terörü yoğunlaştırıp, insan hayatını -kendi halkınınkini bile- hiçe sayarak yürümek; ikincisi ovada demokratik mücadeleyi yeğleyip kitlelerle birlikte barışçı yollardan amaca yönelmek. Tarihin deneyleri, uzun ve güç de olsa ikincisinin amaca götüren doğru yol olduğunu gösterdi. Zor ama doğru yolu denemek zorundayız. Devrimbaz değil, devrimci olmak; demokratik, barışçı yolu denemek ve einizi tetikten çekin diye haykırmak zorundayız.