İktidarın en iyi bildiği dil şiddet dilidir. Üstelik, sadece devlet, sadece siyasal iktidarlar değil...
İktidarın en iyi bildiği dil şiddet dilidir. Üstelik, sadece devlet, sadece siyasal iktidarlar değil, evdeki iktidarı temsil eden erkek de, ordu veya takım komutanı da, mafya babası veya emniyet müdürü de, hapishane gardiyanı veya örgüt şefi de, kısaca muktedir konumdakilerin tümü şiddet dilini kullanır. Şiddetin araçları, biçimi değişir, dozu artar veya hafifler; ama karşısındakini güç kullanarak sindirmek, ezmek, caydırmak, yok etmek amacı değişmez. Çünkü muktedirlerin iktidarlarını sorgulatmaya, hele de kaybetmeye hiç tahammülleri yoktur. Son birkaç hafta boyunca art arda gelen, kimisi ilk bakışta birbirinden çok farklı görünen olaylar, şiddetin dili üzerine bir kez daha düşünmemize yol açtı. İktidarın uygulamalarını protesto etmek ve taleplerini iletmek için, Başbakan’ın İstanbul’da rektörlerle toplandığı gün toplantı mahaline gelmek isteyen öğrencilerin önce yolları kesildi, otobüsleri İstanbul’a sokulmadı, sonra da gösteri haklarını kullanan gençlere karşı şiddet uygulandı. Orantılıymış, orantısızmış, bunlar boş laf. Yere düşmüş genç kızın bacak aralarını tekmelemenin hangi orantıyla açıklanabileceğini doğrusu merak ediyorum. Gençleri kan revan içinde bırakmanın meşruiyetini savunan, polisin buna yetkisi olduğunu ifade eden bir emniyet müdürü ile, gözlerimizin önünde cereyan eden olayların ardından, Meclis’te “Ben polisimi ezdirmem” diyerek efelenmeyi devlet adamlığı sanan bir başbakanın ülkesinde yaşamak, ürkütücü oluyor. AKP hükümeti, şiddetin dilini pervasızca -ve sonuçları itibariyle de budalaca- kullandı. Başta Tayyip Erdoğan olmak üzere, AKP kadroları pek emin oldukları karizmalarının çizilmesine karşı önlem aldıklarını sanıyorlardı; ama aynı zamanda, zayıflıklarını ve çaresizliklerini de yansıtıyorlardı. Çaresizlikleri; toplumun farklı kesimlerinden gelen taleplerle baş edemediklerinin farkında olmalarındandı. Ne gençlerin, ne Kürtlerin, ne Alevilerin, ne işçilerin, ne de daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük isteyenlerin taleplerine cevap verecek halleri kalmıştı. Açılamayan açılımlarla “mış” gibi yapmanın, köpeksiz köyde değneksiz dolaşıp iri laflarla böbürlenmenin tıkanma noktasına doğru gittiklerini sezmenin gerginliği yaşıyorlardı. İktidarlar şiddet diline en fazla kendilerini sıkışmış hissettikleri durumlarda başvururlar: İnsanları şiddet kullanarak susturmak, toplumsal muhalefetin görünür olmasını engellemek ve şiddet kullanımını meşrulaştırmaya çalışmak... Yirmi yaşımdan beri, elli yıldır bu ülkede, bu işlerin içindeyim; iktidarlar değişti, şiddete maruz kalanlar değişti. Şiddetin, devlet ve siyasal iktidarların anadili olması gerçeği hiç değişmedi. Buna bir de AKP’nin dinsel referanslı toplum tasavvurunun; muhalefeti, başkaldırıyı, özgürlükleri ancak kendi cevaz verdiği sınırlar ve konular çerçevesinde kabullenen “kendine Müslüman” özgürlük anlayışını eklersek, olup biteni daha iyi anlayabiliriz sanıyorum. Resmin ön planında gördüğümüz ve günlerdir tartıştığımız protestocu gençlere yönelik şiddet; araçları, dozu, yöntemi, merkezi farklı olan başka şiddet uygulamalarıyla üst üste düştü. Yüzlercesi arasından birkaçını hatırlatarak, toplumumuzun mayasında olan ve yumuşayacağına giderek artan şiddet kültürü üzerine de biraz düşünelim, diyorum. Gelişigüzel birkaç örnek: -Birbirlerini çok seven ayrı dinlerden bir çift, kızın ailesinin izni olmadan evlendikleri için, genç kadının ağabeyi tarafından öldürüldü. -Kürt yazar Miroğlu, PKK hattına tam sadakat göstermediği, örgütle yöntem ve siyaset konusunda ters düştüğü, bağımsız hareket ettiği gibi değerlendirmelerle örgütün askeri kanadının resmi yayınlarında “mortoğlu” olmakla tehdit edildi. -Referandum sürecinde, İzmir’de bir toplantıya katılıp oylarını ve fikirlerini açıklayan yazar Adalet Ağaoğlu, hukukçu Osman Can, akademisyen Ferhat Kentel’e boya ve yumurta atılmıştı; birkaç gün önce de yine İzmir’de bir toplantıda konuşmacı olan Roni Margulies’e yine boya ve yumurta atarak “demokratik(!)” tepki gösterildi. -İzmir diyince aklıma, DTP/BDP konvoyuna atılan taşlar, konvoya yapılan saldırı ve elindeki taşı konvoydaki BDP’lilere, Kürtlere atmaya hazırlanan düşük bel pantolonlu, lepiska saçlı, öfkeli, “çağdaş milliyetçi(!)” güzel genç kız geldi. -Öğrencilerin, ‘konuşmaları için’ davet ettikleri kişilerin ‘konuşmalarını engellemek’ amacıyla yumurtalı saldırıya geçmeleri artık bir üniversite klasiğine dönüşmüş durumda. -Yumurta diyince aklıma gelen bir sahne de, Hrant Dink’i adım adım ölüme yaklaştıran duruşmalar boyunca, mahkemenin önünde toplan Kerinçiz güruhunun Agos gazetesi yazarlarına ve Hrant’a küfürler savurarak yumurta atmaları... İlk bakışta birbiriyle alâkasız görünen bu örneklerin ortak paydası: Karşısındakini yok etmek, susturmak, farklı düşüneni, muhalif olanı etkisizleştirmek, iktidarında ufacık bir gedik açacağını düşündüğü kişiyi/ kişileri bertaraf etmek, kendi doğrusu dışında doğru tanımamak, ötekine, hele de muhalifine tahammülsüzlük. Hepsinde de şu veya bu dozda, şu veya bu biçimde şiddet var. Şiddet nerede başlar, nereye varır? Bir laboratuvarda deney hayvanını, minicik kobayı keserken başlar bence. Erkek kadını döverken; anne - baba çocuğa kendi değerlerini benimsesin, kendi kutsallarına inansın diye baskı yaparken sürer. Savaşlarda, silahlar konuştuğunda, ölmek ve öldürmek görev sayıldığında doruklarına varır. Bir halkın dilini yasaklarken, gençlerin protesto eylemlerini onları yerlerde çiğneyerek engellenmeye çalışırken, namus cinayetleri işlenirken, hain diyerek örgüt içi infazlar yapılırken, farklı oldukları, farklı düşündükleri için insanlar tehditle susturulmak istenirken yine şiddettir sahnede baş rolde olan. Her türlü şiddet kullanımının, şiddeti meşru göstermeye çalışan bir “çünkü”sü ve bir “ama”sı vardır. Laboratuvarda minicik fareyi kesip biçerek öldürmek çok kötü tabii, ama bilimin ilerlemesi için gerekiyor. Karıyı dövmek kötü, ama çorbayı sıcak getirmeyi bir türlü öğrenemedi. Oğlanın ağzını burnunu kırmak kötü, ama dövmesem serseri olacaktı. Kızı öldürdüm, çünkü namusumu lekeledi. Muhalifi susturdum, çünkü örgütün/ partinin/ hareketin yüce çıkarlarına zarar veriyordu. İnfaz ettik, çünkü vatan/dava/ örgüt hainiydi. Herife yumurta attık, çünkü bizim düşüncemizi, bizim ideolojimizi savunmuyordu. Hrant’ı öldürdük, çünkü Ermeniydi. Kürtlere saldırdık, çünkü vatanı böleceklerdi. Öğrencileri dövdük, tekmeledik, kan içinde bıraktık, çünkü devlete karşı geliyorlardı... Şiddet dilini anadil sayan bir toplumuz. Şiddetin şiddeti doğurduğu bu sarmaldan kurtulabilmek için, öncelikle iktidarın şiddet tekelini sorgularken ve iktidardan kaynaklanan şiddete, ama’sız, çünkü’süz karşı çıkarken, şiddet tohumlarını içinde barındıran hiçbir saldırıya da göz yummayalım, arka çıkmayalım, ama’larla meşrulaştırmayalım. Kimden gelirse gelsin, kime yönelirse yönelsin, çifte standart tuzağına düşmeden, şiddetin her biçimine cesaretle karşı duralım. Şiddet tohumlarının yeşerip kötü otlar gibi yayılmasına, ne adına olursa olsun, cevaz ve omuz vermeyelim.