Sakın yanlış anlamayın, benim kimseye hakaret etmeye niyetim yok. Bugüne kadar, değil hakaret, sadece kendileri gibi düşünmediğim için galiz küfürler edenlere bile cevap vermiş değilim. Korkudan değil, içimden gelmediği, kendime yakıştıramadığım için…
Ama ne olur ne olmaz; Çinliler “İlginç günlerde yaşayasın” diye beddua ederlermiş, şu sıralarda “gözünün üstünde kaşın var” demenin bile tehlikeli hale geldiği ilginç günlerde yaşıyoruz. İşini iyi yapan, çok izlenen bir TV medya mensubu, haberleri verirken Sayın Erdoğan’ın Trump’la buluşmasının sadece 23 dakika sürdüğünü söylediği için ekranlardan hemen uzaklaştırıldı. Cumhuriyet’in internet sitesinin yayın yönetmeni, ekranda sadece 58 saniye kalan, sonra maksadını aştığı, tatsız, densiz olduğu fark edilince hemen kaldırılan bir haber başlığı yüzünden tutuklandı. Neme lazım, ben önlemimi alayım, encamımı bileyim.
Ağzımdan, aklımdan yel alsın hakareti; ama mesela Beyefendi’nin çok sayıdaki ünvanını anmadan sadece “Sayın Tayyip Erdoğan” demenin bile hakaret sayılma ihtimalini düşünerek soruyorum: Densizin biri Başkan’ın denetimindeki Yargı’nın hakaret sayacağı bir söylemde bulunursa, kime hakaret etmiş olacak? Gülmeyin; bu soru son derece ciddidir. Çünkü Cumhurbaşkanı’na hakaretin cezası başka, parti başkanına hakaretin cezası başka. Birincisi devletin manevî şahsiyetini de ilgilendirdiği için çok daha vahim bir suç.
16 Nisan referandumunda kabul edildiği varsayılan maddelere göre, üç erki de uhdesinde toplayarak tek adam haline gelen Cumhurbaşkanı siyasal parti başkanı da olabiliyor. Anlaşıldığı kadarıyla, Demirel ve Özal’ın partilerini tüketen hataları tekrarlamamak ve ardındaki büyük desteği pekiştirmek için Erdoğan bu maddeyi özellikle istemiş. Birkaç gün önce etkileyici bir şovla, aslında hiç ayrılmadığı AKP Genel Başkanlığı’na resmen getirilen Cumhurbaşkanı’nın tarafsızlığı böylece sona ermiş durumda. O artık AKP’nin ve AKP’lilerin başkanıdır. Hem bu Anayasa’ya hem de AKP’ye hayır demiş olan ülkenin yarısı içinse “ya sev ya terket”, terk edemeyeceğimize göre de “kes sesini, tahammül et”ten başka seçenek bırakılmamış görünüyor. Kısaca toplumun yarısının anayasası, yarımızın başkanlığı ile tamamlanıyor. (Şeytanın aklıma getirdiği bir soru daha: Sayın Erdoğan Cumhurbaşkanı olarak tarafsızlık yemini ederken bir ayağını kaldırmış mıydı acaba? Yoksa iyi saatte olsunlar çarpar adamı.)
Tek parti dönemlerinde, tek parti devletlerinde yadırganmayacak olan bu durum, 21. yüzyıl başında, demokratik olduğu iddia edilen bir sistemde en hafif deyimle sakil kalıyor. Tek adam Sayın Erdoğan’ın kişilik özellikleri de hesaba katılacak olursa, karpuz gibi ortasından bölünmüş bu toplumun yarısının anayasal güvencesi olmadığı gibi, partiye ve Başkan’a dayanan kesimin mahalle baskısına, şiddetine, cesaretini muktedirden alan saldırganlığına karşı durması da iyice güçleşiyor.
Erdoğan’ın AKP’nin başına resmen geçmesinden, yürütme ve yasama üzerindeki mutlak etkisine ek olarak yargıyı da AKP’lileştirmesinden (siz Erdoğanlaştırması olarak anlayın) sonra, 16 Nisan Anayasası ile AKP tüzüğü fiilen birleştirilmiş oluyor. Gidin de biryerlerde hak arayın bakalım!
AKP’nin, cumhurun ve devletin ortak başkanı Erdoğan, yetkilerini nasıl kullanacağı konusunda açık sözlü: OHAL’den ne sıkıntınız var, huzur kesinlikle tesis edilene kadar OHAL sürecek, diyor. Bu gücü ve yetkiyi, kendini ortaya koyarak, her şeyi göze alarak allem kallem edip yüzde 51’le geçirttiği anayasadan alıyor. Yani durumu pekâla yasal; ama meşru mu, bu ayrı konu.
Huzur’dan ne kastettiğini son iki yıldır ama özellikle o lanetli 16 Temmuz’dan itibaren yaşadıklarımızla biliyoruz. Sayın Devlet-Cumhur-Parti-Hükümet-Yargı Başkanı’nın özlediği ve tesisine çalıştığı huzur; korkmuş, sinmiş, bezmiş, çatışmayı, savaşı, ölümleri, mağduriyetleri, adaletsizlikleri kanıksamış suskun bir toplumda muktedirlerin huzurudur. Bu toplumda adaletsizlikler, mağduriyetler, hukuksuzluk, ayrımcılık giderilmeden; toplumun bir yarısını diğerine düşman etmeyi ve o yarıya dayanarak hükmetmeyi hedefleyen kin ve nefret söylemi sona erdirilmeden, ortak yaşam ilkeleri etrafında asgarî bir uzlaşma sağlanmadan, kısaca normalleşmeden, gerçek huzurun tesisinin mümkün olmadığını Sayın Erdoğan bilmez mi?
Bilir tabii ve biliyorsa biri kötü biri iyi iki ihtimal var: Ya normalleşmeyi sağlamaya yönelik adımlar atılacak, mağduriyetler giderilecek, hak ve özgürlükler, adalet, hukuk teminatı sağlanacak, demokratik ortama dönülecek. Ya da toplum ebedî ve mutlak huzurun tek mekânı, sessiz bir mezarlığa dönüşecek.
Umudumuzu, cesaretimizi yitirmeye hiç gerek yok: Kötü ihtimale karşı, bu ülkenin yarısından çok fazlasıyız. Bu terazi bu kadar sıkleti çekmez, tek eksiğimiz biraraya gelememek. Ve giderek, bunun gerekliliğini, elzemliğini anlıyoruz. Anlıyorsak başararız.
SON DAKİKA NOTU:
Haksızlıkları, hukuksuzlukları protesto için, görevlerine iade edilmeleri talebiyle açlık grevindeki iki genç akademisyen tutuklandı. Bu bir ilk! Geçmişe geleceğe, iktidarınıza tarihe kapak olsun. Bu vicdansızlıkla, bu zorbalıkla anılacaksınız, hak ettiğiniz gibi