Uzun yıllar sonra efsaneler, masallar, -ki onlar tarihin mesellerle aktarımıdır aslında- bugünleri şöyle anlatacak:
“Bir zamanlar ülkenin birinde, yüzlerce yıldır gizli bir mahzende kilitli duran Pandora’nın kutusunun kilidini kırmaya cesaret edenler, etrafa saçılan kötülükleri görünce şaşırdılar, paniklediler, nasıl baş edeceklerini bilemediler. Aslında şöyle bir aralayıp içine bakmak istemişlerdi; belki hazine sandığıdır, altın, mücevher doludur umuduyla. İçinden çıkıp dört bir yana dağılan yılanları, çıyanları, en korkunç, en zehirli yaratıkları ve de bunlardan daha korkunç, daha ağulu kötülükleri; insanın insana ettiği zulmün her çeşidini, suçları, günahları toplayıp yeniden sandığa tıkmaya çabaladılar ama nafile: Pandora’nın kutusu bir kez açılmaya görsün, ayan olan kötülükler bir daha içeri tıkılamaz, etrafa yayılan pis koku tonlarca suyla, tonlarca parfümle giderilemez . Bunu bilmiyorlardı, üstelik ülkenin yeni sahipleri, yeni muktedirlerdi onlar. İktidarlarını pekiştirip mutlaklaştırmak peşindeydiler. Meraklıydılar, açgözlüydüler, acemiydiler ama kurnaz ve hırslılardı. Bazı zehirli yaratıkların, kötülüklerin, karanlığa gömülmüş suçların kendi işlerine yarayabileceğini fark ettiler. Onlara hiç dokunmadılar; bıraktılar düşmanlarına saldırsın diye, bıraktılar ardlarına sığınmak, gerektiğinde kullanmak için. Kendi işlerine gelmeyenleri yeniden kutuya tıkmaya çalıştılarsa da başaramadılar. Ve unutmanın/unutturmanın karanlık dehlizlerine gömülmüş canavarlar ve kötülükler bütün insanlara ayan oldu. İnsanlar önce şaşırdılar, korktular, kaçıştılar; kimileri gördüklerini görmezden geldi, kimileri gördüğünü inkâr etti, başını kuma gömerek, inkâr ederek, o sandığın başka diyarlardan, belki de gökten düştüğüne inanmaya çalışarak kurtulmaya çalıştı korkularından ve atalarının suçlarından, günahlarından. Kimileri de cesaretle üstüne gitti canavarların. Görmezden gelmek yerine tanımaya, anlamaya, beslendikleri kaynakları kurutarak hem kendilerini hem de başkalarını kurtarmaya çalıştı. Kimileri, hiç açılmasaydı şu Pandora’nın kutusu diye hayıflanırken, kimileri de “Kutu iyi ki açıldı da biryerlerde pusuya yatmış, karanlığa karışmış kötülüklerin farkına vardık; yüzleşme, hesaplaşma, ödeşme imkânı bulduk” dedi. Onlar kendilerinden korkmayacak, kendileriyle yüzleşebilecek kadar cesur olanlardı.
Bu masal nasıl bitiyor, bilmiyorum. Neler eklenecek, nasıl efsaneleşecek çağlar boyunca? Biz nasıl yazarsak öyle bitecek, biz ne kadar aydınlık ve cesur olursak o kadar umutlu olacak diye düşünüyorum.
Efsane böyle aktarsa da, peki tarih nasıl yazacak, nasıl yorumlayacak o günleri? Resmî tarihten söz etmiyorum, gerçek tarih nasıl yazacak, nasıl anlatacak hikâyemizi? Pandora’nın kutusu neyin meseli, kilidi zorlayıp sandığı aralayan kimler, etrafa saçılan canavarlar, kötülükler neler?
AK Parti iktidara geldiğinde, kadim devlet zihniyetinin ve yüzlerce yıllık kahhar (kahreden) devlet geleneğinin pisliklerinin, suçlarının gizlendiği Pandora kutusunun varlığını biliyordu. İçinde neler olduğunun, neler gizlediğinin de bir ölçüde farkındaydı. Cumhuriyet rejiminin bir kesim mağdurunun (ötekiler Kürtler) siyasal temsilciliğine soyunurken, rejimin bağrından, yani merkezden değil dipten gelen dalganın etkisiyle çevreden çıktığı için, o kutunun kilidini açmaktan kaçınmadı. Ayrıca içindekilerin siyasal rakipleri karşısında kendine yarar sağlayabileceğini düşünüyordu, kısmen sağladı da. Darbeci - vesayetçi zihniyetle, sadece zihniyet değil geçmişteki darbelerle, müdahalelerle, en az yüz yıldır iktidarın gerçek sahibi konumundaki asker-sivil bürokratik oligarşiyle hesaplaşmaya girişti. Türk devletinin Pandora kutusundan çıkan kötülüklerin bir bölümünü yok etmek; iktidarını korumak ve pekiştirmek için yeni muktedirin işine geliyordu. Ancak, tarihimizin Pandora kutusunun içinde AKP ile aynı hamurdan yaratıklar da vardı: Türk-(Sünni) İslam devlet anlayışı; kökü Osmanlı’ya dayanan otoriter, buyrukçu, kitleleri teba, kişiyi kul sayan yönetim tarzı; tek tipleştirici, ötekileştirici, asimilasyoncu toplum mühendisliği hevesi, vb...
Özetle AKP, Pandora’nın kutusunda gizlenen canavarların bir bölümünü kendine yararlı görüp toplumun üstüne salarken, kendine zararlı gördüklerini yeniden kutuya tıkmayı beceremedi ve bütün kötülükler döküldü ortaya. İyi ki de beceremedi, çünkü onları fark ettik, toplum kendisinden gizlenenleri gördü. Öfkelense de, reddetse de, gerilse de, inkâr ederek rahatlamaya çalışsa da Kürt meselesinden Ermeni kırımına, yüzlerce yıl bu topraklar üzerinde yaşamış farklı dilden, farklı dinden-mezhepten, farklı etnisiteden halkların nasıl asimile edilmeye, olmadı yok edilmeye çalışıldığını; tarihin derinliklerinde yatan yanlışları, kötülükleri, suçları fark edip tartışmaya başladı.
Somutlamaya, günü anlamaya gelecek olursak...En zor dönemdeyiz, üstelik kısa da sürmeyecek. Toplum tam bir altüstlük yaşıyor. Geçmişin mağdurları bugünün muktedirlerine dönüşürken, bugünün muktedirleri arkalarına mağdur edilmiş kitleleri de alarak, iktidar sarhoşluğuyla topluma pervasızca yükleniyor. Onlarca yılın alışkanlıkları, öğrenilmiş, genlere işlemiş düşünce kalıpları, öğretilmiş düşmanlıkları, ezberleri sarsılıyor. Egemen ideoloji gücünü, egemenliğini “vuruşarak” yitiriyor. Yerine geçirilmeye çalışılan Sünni muhafazakâr yaşam kültürünü besleyen zihniyet yapısı yeni toplumu kurmaya hazır ve yetkin değil aslında; ama onlar bunun farkında değiller henüz. Neoliberal ekonomik kalkınmacılığın ve mezhepçi Osmanlı yayılmacılığı düşlerinin gerçeklerin kayalığına çarpıp parçalanacağı günlerin çok da uzak olmadığını bilmiyorlar. Pandora’nın kutusundan çıkan kötülüklerden biri olan ceberrutluğa, başkalarının doğrusunu, kutsalını hiçe sayan dayatmacılığa başvuruyorlar kendilerini inkâr ederek.
Her büyük alt üstlük, her büyük toplumsal dönüşüm sancılı olur; toplumda tehlikeli yarılmalar, cepheleşmeler, çatışmalar yaratır. Türkiye bugün bunu yaşıyor. Pandora’nın kutusunu açmaya biraz zorunluluk biraz da rastlantıyla cesaret eden AKP’nin ideolojik-siyasal kimliği yarılmayı derinleştiriyor, cepheleşmeyi şiddetlendiriyor. Karşı cephede yer alanların büyük bölümü ise, yeniyi kavrayamadan, yeniyi üretemeden, dönüşümün motoru olmak yerine tekere çomak olmayı yeğleyerek, kendini muhalif sanırken yüz yıl öncesinin ezberlerini tekrarlamaktan öteye geçemeyerek AKP’nin değirmenine su taşıyor. Kısır papağan ezberini, devrimcilik; köhnemiş ve yıkılmakta olanın ardına saklanmayı solculuk sanarak gerçek mücadelenin ve yarınları kurmanın dışında kalıyor.
Ama bir gerçek var: Artık farkına varıyoruz, çatışsak da tartışsak da bunca zamandır görmediğimiz ya da görüp de görmezden geldiğimiz kötülüklerle yüzleşiyoruz. En azından yüzleşmek zorunda olduğumuzu anlamaya başlıyoruz. Zor bir dönemdeyiz ama umutlara gebe bir dönem bu. Dar siyasal çıkarları aşabildiğimiz, AKP’nin daralttığı, kısıtladığı ufkumuzu, AKP’ye ağız dalaşıyla ya da onu şeytanlaştırarak ve şeytan taşlayarak muhalefet etme ötesine taşıyıp: adalet, eşitlik, özgürlük, barış için topyekûn mücadeleye açabildiğimiz ölçüde daha aydınlık yarınlara yürüyebiliriz. Masalın sonunu nasıl biz yazacaksak Türkiye’nin geleceğini de bizler, yani halk yazacak aslında; olumlu, ya da olumsuz...
Nasıl mı? Ders vermek, kendi doğrumu dayatmak haddim değil; sadece, “benim bir hayalim var”, demekle yetinebilirim. O hayali bir başka yazıda paylaşmak üzere, şimdilik Taksim meydanındaki çukur ve bütün çukurların üstünden atlayarak; “Her fanî bir gün biber gazını tadacaktır” düsturuyla, “Milli içkimiz sudur; yoğurda katarsan ayran, rakıya katarsan bayram olur” diyerek masalımı bitiriyorum..