Geçen yazımda, “Erdoğan’ın şapkasında tavşan olmayın” diye seslenmiştim Muharrem İnce’ye. 1960’larda 70’lerde, sol harekette “sübjektif ajan”-“objektif ajan ayrımı yaptığımızı, devlete iktidara çalışan görevlilere objektif ajan derken, kadrolu maaşlı personel olmayıp da yapıp ettikleriyle harekete zarar verenlere sübjektif ajan sıfatını yakıştırdığımızı anlatmış; İnce’nin, Erdoğan’ın şapkasındaki “objektif tavşan” olduğunu düşünmediğimi ama “sübjektif tavşan” olmaktan kendisi koruması gerektiğini yazmıştım.
Son günlerdeki gelişmelere, İnce’nin tutumuna, haline tavrına bakınca, seçimlerde yaratacağı sonuçlar itibariyle sübjektif tavşan olmakla objektif tavşan olmanın farkı kalmadığını düşünmeye başladım. Kısaca söylersem, İnce’nin adaylığı Cumhurbaşkanı seçimini ikinci tura götürme riski barındırıyor ve ikinci turda seçimin kazanılması çok daha güç görünüyor, hele de milletvekili seçimlerinden Cumhur İttifakı önde çıkarsa…
Yılların siyaset kurdu Muharrem Bey’in bu hesabı yapmaması olanaksız. Kibri ve megalomanisi yüzünden kendisini İnce Harikalar Diyarı’nın dev aynasında görüyor ve seçimi ikinci turda kazanacağını düşünüyorsa, hırsının ve -başta Kılıçdaroğlu- eski partisinden hınç alma saplantısının kurbanı olmuş demektir.
Erdoğan’ın; siyasî etikle olduğu kadar temel ahlâkî normlarla da çelişen, belden aşağı vuruşlarla, eşitsizlik ve adaletsizlikle, tehditle yürüttüğü, zaman zaman abukluk ve saçmalık sınırlarını zorlayan seçim stratejisi, sağlıksız bir ruh haline dönüşmüş olan iktidarda kalma hırsının ürünü. İnce’yi, bu düzenin daha da kötüleşerek sürmesinin, ülkenin uçuruma yuvarlanmasının ana faili durumuna düşürecek adaylığının nedeni ise iktidar olma hırsı. Aralarındaki benzerlik insanı hem şaşırtıyor hem de ürkütüyor.
İnce, oy almaktan başka bir şey düşünmediğini, ilkesizliğini ve programsızlığını “Seçmen yaşını 15’e düşürürsek ben birinci turda alırım” diyerek açıkça ortaya koyuyor. Çoluk çocuğun gözünü boyayarak Cumhurbaşkanı olmayı kendine yedirebiliyor. İktidar hırsı utanma, sıkılma tanımıyor.
Bir yeniyetmeyle ne idüğü belirsiz dans figürleri yaparak gençlerden oy toplamaya çalışırken de öyle. Cumhur İttifakı ortaklarının, bir kesim seçmeni tavlamak için tepe tepe kullandıkları Kürt düşmanlığını, milliyetçiliği, ilkel ve düzeysiz vaatleri kendi diline tercüme edip tekrarlarken de, Millet İttifakı’nın bazı kesimlerinin tabanındaki otoriter laikliği ve ulusalcılığı, sağ Kemalist şablonları Perinçekçi bir antiemperyalist mugalata ile kullanırken de öyle.
Gelecek umudunu tüketmiş, ya da bu düzende böyle bir umuda sahip olamamış öfkeli gençlerin tepkisine, saf çoluk çocuğun hokkabaz seyretmekten aldıkları keyfe, partilerin küskünlerinden gelecek oylara güveniyor. En küçük bir demokrasi vaadi, bir ekonomik eleştiri, bir gelecek tasavvuru yok söyleminde.
Muharrem İnce’nin, kazanamayacağı kuşku götürmeyen, kaybettirme riski ise yüksek olan adaylığı, onu Cumhur İttifakı’nın ve Erdoğan’ın objektif tavşanlığına mahkûm ediyor. Gerek sosyal medyada gerekse siyasî arenada destekçilerinin kimler olduğu apaçık ortada.
“İnce’leşmek” derken Cumhur İttifakı rejiminin, iktidarın, derin devlet ve terör örgütleri destekli İslamofaşizmin değirmenine -istemeden de olsa- su taşımayı kastediyorum.
Türkiye sosyalist solunun, -bütün kesimleriyle- bu düzenin değişmesini, Erdoğan rejiminin ülke ve tarih sahnesinden bir daha gelmeyecek biçimde silinmesini istediğinden hiç kuşkum yok. Nitekim içlerine tam sinmese bile Kılıçdaroğlu’nun adaylığını destekliyorlar. Çünkü, önümüzdeki seçimlerin gerçekten hayatî öneme sahip olduğunun herkes farkında.
Ancak iş Cumhurbaşkanlığı seçimi ile bitmiyor, aynı derecede önemli olan milletvekili seçimleri var. Daha da önemlisi; seçimleri muhalefet kazanırsa 21. yüzyılın Türkiye'sinin inşası gibi, bütün demokratik güçlerin ve kesimlerin ellerini taşın altına koyacakları bir ortamın sağlanması gerekiyor. Bu amaca doğru ilk adım muhalefetin Meclis’te Anayasayı değiştirecek çoğunluğu elde edebilmesi. Bütün anketler ve yorumlar bunun güç olduğunu, çok ince hesaplar ve fedakârlık gerektirdiğini gösteriyor.
Bütün siyasî partiler kendi kimliklerinin tanınmasını, öne çıkmasını isterler; oy oranlarını, güçlerini, desteklerini test etmeyi, Meclis’e kendi milletvekillerini göndermeyi isterler; doğruluğuna inandıkları kendi ideolojik çizgilerini hâkim kılmayı isterler. Ne var ki, son günlerin sıkçana kullanılan sloganıyla: “Bu seçim o seçim değil.” Bu seçim; normalleşmeye, asgarî demokratik bir ortamda siyaset yapabilmeye imkân tanıyacak bir mıntıka temizliği seçimi.
Kendisini muhalif gören, bu rejimden kurtulmak isteyen herkesin, hepimizin, bağrımıza taş basarak da olsa, muhalefetin en fazla milletvekilliği kazanmasına odaklanmamız gerekiyor.
Seçim bölgelerine bakıldığında, milletvekili seçilebilmek için gerekli oy sayısı, İstanbul, İzmir, Ankara, Hatay gibi illerde 90 bin ile 100 bin civarında, Ardahan, Adyaman, Tunceli, vb. az milletvekili sayılı ve az nüfuslu illerde de 20-30 bine varıyor.
Emek ve Özgürlük İttifakı partileri, bildiğim kadarıyla Yeşil ve Sol Gelecek Partisi listelerinden aday olacaklar. Sadece TİP kendi adına, kendi listeleriyle katılma kararı almış bulunuyor. Bu kararın uygulamadaki anlamı, TİP adaylarının seçime girdikleri bölgede/ilde yeterli oy alamamaları halinde, bir milletvekilliğin en çok oy alan parti lehine yitirilmesi. Bu, oyların AKP’ye gitmesi anlamına gelebileceği gibi HDP oylarından çalma anlamına da gelebilir.
TİP’in, gücüne güvendiği, yeterli oy alabileceğini düşündüğü İstanbul, İzmir, Hatay gibi yerlerde bir milletvekili çıkarmak için gerekli oy sayısı 100 bini, 90 bini buluyor. Bu genç ve aktif parti; son zamanlarda adından epeyce söz ettirmesine, tanınmış yüzleri, artistleri, televizyoncuları falan aday göstermesine, yakışıklılık imajı, hitabet gücü ve görece radikal söylemiyle HDP ile pek barışamayan sol muhalif “beyaz Türk”leri etkilemesine rağmen, seçim günü geldiğinde umduğunu bulabilecek mi, yoksa İttifaka milletvekilliği mi kaybettirecek? Bunu kendilerinin, ülkeye ve hepimize karşı taşıdıkları sorumlulukla iyi hesaplamaları gerekiyor.
Türkiye İşçi Partisi’ne (Bugünkü TİP değil, 1960-70’lerin bütün Türkiye sosyalist solunun içinden çıktığı parti) 1964’te katılmış, o gün bugün hatalarından ve yenilgilerinden öğrenmiş biri olarak söylememe izin verin: İnsanlar gibi siyasî yapılar, partiler, örgütler de içerden baktıklarında, kendilerini kendi gözleriyle değerlendiklerinde yanlış kanılara, sübjektif görüşlere kapılırlar. Kendi içlerine kapanır, durumu ve koşulları gerçekte olduğu gibi değil arzu ettikleri gibi görürler. Duvarlardaki dev aynaları eğlencelidir ama gerçeği yansıtmaz.
Lâfı dolandırmayım: TİP’te umut gördüğüm kadar 60 yıllık sol hatalarımızın filizlerini de görüyorum. Ve asıl, seçim sonuçlarındaki olası bir hayal kırıklığının Emek ve Özgürlük İttifakı’na zarar vermesi yanında, kendilerini kayıpların sorumlusu haline getirerek, umut kıvılcımlarını yok etmesinden korkuyorum.
Oya Baydar kimdir?Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi. Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı. 1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı. Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı. Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi. 1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu. 1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı. Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı. 12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı. Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı. Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu. Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı. Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı. İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü. Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu. 2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi. Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor. ESERLERİ Roman Allah Çocukları Unuttu (1960)- Savaş Çağı Umut Çağı (1963)- Kedi Mektupları (1997)- Hiçbiryer'e Dönüş (1999)- Sıcak Külleri Kaldı (2000)- Erguvan Kapısı (2004)- Kayıp Söz (2007)- Çöplüğün Generali (2009)- O Muhteşem Hayatınız (2012)- Yolun Sonundaki Ev (2018)- Köpekli Çocuklar Gecesi (2019)- Yazarlarevi Cinayeti (2022) Deneme - Surönü Diyalogları (2016) Öykü - Elveda Alyoşa (1991)- Madrid'te Ölmek- Mırınalı Madride (2007) Anlatı - Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014)- Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk- Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018)- 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021) |