Taksim’de patlayan bomba haberini duyduğumda; Irak’ın, Suriye’nin kuzeyine, yani Kürtlerin üzerine şimdi 1000 bomba yağacak demiştim yanımdakilere. Bunu bilmek için ne kâhin, ne istihbarat elemanı, ne de derin devletten tüyo alan acar medya mensubu olmak gerekiyordu. Gözüne iktidarın at gözlüğünü takmamış, Erdoğan-Bahçeli sultasının bekası için savaşı, kanı, ölümü mubah saymayan, şoven Türk milliyetçiliğinin etkisi altında Kürt düşmanlığı ile gözü kararmamış herkes Taksim’de patlayan bombanın neyi amaçladığının, hangi tezgâhın ürünü olduğunun farkındaydı.
Bu kadar acemi bir senaryoyu bu kadar tuhaf aktörlerle tezgâhlayanlar, kırmızı güllü, kamuflaj pantolonlu, sıkı makyajlı garip terörist kadının -çelişik bile denilemeyecek abuk sabuk- ifadelerini servis edenler, hikâyenin inandırıcı olup olmamasına aldırmamışlardı. “Yersen…” diyorlardı topluma. Nasıl olsa “yedirecek” güç ve iktidar onlardaydı. Ama asıl; muhalefetin devletçi-milliyetçi kanatlarına; askerî müdahale, savaş, Kürt meselesi dendi mi anında iktidarın yanında hizalanacak olanlara güveniyorlardı. Yanılmadılar.
Vatan-millet-Sakarya hamaseti, beka, şehit, din, iman üzerinden oy devşirmek sadece bizim Cumhurcu’lara özgü değil, dünyadaki benzer rejimlerin, benzer iktidarların da ortak dili, ortak siyaseti. Çünkü yoksulluk, yoksunluk, değer bunalımı, kimlik yitimi içinde kıvranan, gelecek kaygısı, güvenlik ihtiyacı duyan çaresiz halk kitleleri için bu kavramlar uyuşturucu afyon yerine geçer. Muktedirlerin sunduğu afyonu çeker, uyuşup rahatlar, iktidara sığınır, hatta kendilerini o iktidarın parçası olarak görürler.
Demokratik rejimlerde kitleleri afyon uykusundan uyandırmak, uyuşturucudan kurtarmak bu türden iktidarların iğvasını kapılmayanların, algı operasyonlarına teslim olmayanların, esas olarak da siyasî muhalefetin işi ve görevidir.
Taksim’de patlatılan bombanın ardından, İçişleri Bakanı ve diğer yetkili kişilerin -aslında kendilerinin bile inanmadığı- çelişik açıklamalarını dinledikten sonra muhalefetten, özellikle 6’lı Masa partilerinden gelecek tepkileri, yorumları bekledim. Güvenlik zaafından, sınırların kevgire dönmüş olmasından, vb. söz ediliyor, terör lanetleniyor, klasik başsağlığı ve geçmiş olsun dilekleri sıralanıyordu ama saldırının azmettiricilerinin kimler, hangi odaklar olabileceği açıkça sorgulanmıyordu. Kendileri reddettikleri halde -ki bunlar yapmadıkları terör eylemlerini bile sanki marifetmiş gibi üstlenirler- İçişleri Bakanı’nın ve iktidar çevrelerinin ağzıyla eylemi PKK’ye ihale etmekte tereddütleri yoktu. Daha doğrusu, varsa bile bunu ifade etmekten korkuyorlardı. Olayı istihbarata ve bilgiye dayalı biçimde analiz eden az sayıda yorumcunun sesi, doğal olarak fazla duyulmadı. Belki de acele ettim, 6’lı masa odaklı muhalefete haksızlık yaptım diye düşünürken beklenen oldu. Erdoğan’ın neredeyse bir yıldır “üst-akıl”lardan yeşil ışık beklediği, Bahçeli’nin bastırmasından da bîzar olduğu Pençe-Kılıç harekâtı başlatıldı.
Kuzey Irak ve Suriye’de (Rojava’da), bütün demografik operasyonlara ve imha girişimlerine karşın Kürtlerin ve Kürt hareketinin yoğun olduğu bölgelere yönelik hava harekâtı sürüyor. Erdoğan, kara harekâtının da elinin kulağında olduğunu bildiriyor.
Bu defa haksızlık ettiğimi düşünmüyorum. HDP ve sol/sosyalist partiler, çevreler haricinde ana akım muhalefet diyebileceğimiz 6’lı Masa’dan gelen sesler, -başta şoven Türk milliyetçiliği ve devlet tapıncı bayrağını Bahçeli’nin elinden almaya azmetmiş İYİP olmak üzere-, bir kez daha savaş tamtamlarına eko yapıyor. DEVA’nın utangaç çıkışını bir yana bırakacak olursak “şanlı ordumuz”, “askerimizin ayağına taş bile değmesin”, vatan koruması için haklı davamız, vb. nakaratı çevrede kol geziyor.
Taksim’de patlayan bombanın amacını, ardındaki tezgâhı benim gibi sade vatandaşlardan çok daha iyi bilenlerin, esas amacı yayılmacılık, bölgede güç olma ve Kürtleri tepeleme olan bu adımlara açık biçimde karşı çıkması ve kamuoyunu aydınlatması gerekmez mi?
Bu sınır ötesi harekâtın ve benzerlerinin Türkiye’ye, Türk milletine. Türkiye halklarına acıdan, yoksulluktan, düşmanlaşmaktan, cepheleşmeden başka bir yararı, bir getirisi yok. Komşu ülkelerin halklarına da sadece acı, yıkım, ölüm getiriyor.
Anladık; iktidarın beka sorunu var, gelecekteki seçimlere hazırlanırken seçmeni, daha önce de geçerli akçe olduğunu deneyimlediği Kürt fobisi, terörün sona erdirilmesi, olmadı fetih türküleri, milliyetçi sloganlar çevresinde konsolide etmeye çalışıyor.
Peki muhalefet? Muhalefet bu militarist, savaşçı, ırkçı-milliyetçi havaya kapılmakla, Pençe-Kılıç harekâtını desteklemekle, desteklemiyorsa bile suskun kalmakla, sesini yükseltmekle ne murat ediyor, neyi amaçlıyor?
Cevabı ne yazık ki: seçmen desteği, oy hesabı. “Oy hesabı yapmıyoruz, Türk milliyetçileri ve Sevr paranoyası mahkûmu Kürt fobisinin taşıyıcıları olarak biz de böyle düşünüyoruz”, diyenlere sözümüz yok, ama o zaman yerlerinin Cumhur İttifakı saflarında olduğunu da hatırlatalım. Tayyip Erdoğan’ın Meral Akşener’e çağrısı o kadar da anlamsız değildi.
Hiç uzatmadan: En temel konularda, mesela her alanda barışçı çözüm, militarizmin reddi, 86 milyona eşit yurttaşlık hakkı, vb.’de iktidarın çizgisinden ayrılmayan, ayrıldığını cesurca açıklamayan, Cumhurcu’larla aynı saflarda namaza duran bir muhalefetin ne seçimlerde ne de sonrasında bir şansı olacaktır.
Eğer ideolojik bir ortaklaşma söz konusu değil de seçmen ve oy korkusundan susuluyorsa hatırlanması gereken, insan hayatının Arabı, Türkü, Kürdü olmadığı; bir tarafın şehidinin öteki tarafın kahraman evladı olduğu, insan yaşamına, insan onuruna saygının en üstün değer sayılması gerektiğidir.
Hangi milletten, hangi ülkeden, hangi siyasetten olursa olsun şehitlerin, yitirilen canların, dökülen kanların, çekilen acıların getireceği oylar lanetlidir, o oylarla iktidara gelenlere de hayretmez. Ölüler üzerine kurulan iktidarlar çürür, yıkılır.
Bir yandan, “iktidar bu harekâtı seçimlerde oy artırmak için tezgâhlıyor” deyip seçmen korkusuyla susmak ve koroya katılmak muhalefetin kendini inkârıdır.
Fehim Taştekin’in dünkü yazısı ve Selahattin Demirtaş’ın içerden yükselttiği barış çağrısı, demek istediklerimi benden çok daha iyi anlatıyor.
Oya Baydar kimdir?Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi. Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı. 1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı. Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı. Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi. 1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye’de ilk üniversite işgali eylemi oldu. 1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı. Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı. 12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı. Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı. Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu. Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı. Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı. İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü. Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu. 2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi. Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24’te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor. ESERLERİ Roman Allah Çocukları Unuttu (1960)- Savaş Çağı Umut Çağı (1963)- Kedi Mektupları (1997)- Hiçbiryer'e Dönüş (1999)- Sıcak Külleri Kaldı (2000)- Erguvan Kapısı (2004)- Kayıp Söz (2007)- Çöplüğün Generali (2009)- O Muhteşem Hayatınız (2012)- Yolun Sonundaki Ev (2018)- Köpekli Çocuklar Gecesi (2019)- Yazarlarevi Cinayeti (2022) Deneme - Surönü Diyalogları (2016) Öykü - Elveda Alyoşa (1991)- Madrid'te Ölmek- Mırınalı Madride (2007) Anlatı - Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014)- Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk- Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018)- 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021) |