Dünya kaç milyar yaşında, ilk insanımsının ayakları üzerinde doğrulmasından bu yana kaç milyon yıl geçti, tek tanrılı uhrevî dinlerin tarihi kaç bin yıl, kapitalizm kaç yüzyılda oluşup evre evre gelişti, sosyalizm denemelerinin tarihi kaç yüzyıla, kaç on yıla uzanıyor? Tarihte kaç büyük imparatorluk kuruldu ve yıkıldı, kaç yüz medeniyet, devlet, iktidar gelip geçti?
Milyon yılların, bin yılların merceğinden bakıldığında insanlar ve insanların kurduğu bütün yapılar, düzenler, ideolojiler, inançlar geçicidir. İnsanlık tarihinde mutlak ve sonsuz yoktur. Tanrı, insanın sonsuzluk özleminin ve kendisinde olmayan mutlak hakikati arayışının adıdır belki de.
Bütün bunlar doğru da, kısacık bir zamanla sınırlı tek bir ömrü olan birey insan, o biricik yaşamı belli bir toplum içinde sürdürürken günün somut gerçekliğinin ve somut kavgasının dışına kolay kolay çıkamaz; bir gün hepsi geçecek, her şey değişecek soğukkanlılığıyla bakamaz olaylara, çünkü Tarihin vakti çoktur, biz insanlarınsa pek az...
Bunları, içinde yaşadığımız şu dağdağalı dönemde, güncelin ve dar siyasetin ruh halinden biraz uzaklaşıp sâlim düşünebilmeme yardımcı olur umuduyla yazdım.
..............
Türkiye, kimilerinin fay hatları da dediği derin bölünmelerle şahrem şahrem yarılmış durumda. Üstelik tek değil; çeşitli derinliklerde, birbirlerini enine boyuna kesen birden fazla fay hattı var: Laik- Müslüman, Türk-Kürt, sağcı-solcu, ulusalcı- evrenselci, Alevî- Sünnî karşıtlığı bunlardan bazıları. Bu fay hatları üzerinden birbirimizi yiyip duruyoruz. Uzlaşabileceğimiz yerde ayrışıyor, kucaklaşabileceğimiz yerde birbirimizi vuruyoruz.
Gezi olaylarının ülkedeki kutuplaşmayı şiddetlendirdiğinden söz ediliyor. İlk bakışta doğru ama bu kutuplaşma fay hatlarımızla bire bir örtüşmüyor. Gezi’de; iktidarın her türlü muhalefeti susturmayı, geriletmeyi hedefleyen uygulamalarına yeter diyenler, İslamcı- milliyetçi- muhafazakâr toplum mühendisliği girişimlerine itiraz edenler, yaşam biçimlerini tehlike altında görenler, yitirdikleri iktidarı yeniden kazanma özlemi içinde olanlar geçici bir blok oluşturdular. Gezi olayları onlarca benzemezi, onlarca bir kazanda kaynamazı birleştirdi. AK Parti Hükümeti, özellikle de bölücü üslubuyla Başbakan, bu kutuplaşmayı “bizler- onlar” edebiyatıyla bilerek, isteyerek pekiştirdi. Bu arada, içten içe başka bir süreç gelişti. Fay hatları dediğimiz yüzlerce, onlarca yıllık geçmişi olan toplumsal yarıklarda minik depremler oldu ve kanatlar birbirine yaklaştı. Hiç değilse birbirinin kokusunu duydu, elini tuttu, gözünün içine baktı, yarasına dokundu, ürkekçe de olsa öteki tarafa doğru küçük bir adım attı, orada toprağın sağlam olup olmadığını ölçtü, ötekinin de kendine benzediğini fark etti, fobilerini bir ölçüde de olsa yendi. Meselâ Yeryüzü Sofraları; oruçlu oruçsuz, örtülü açık birlikte yapılan iftarlarla, ardından düzenlenen forumlarla, bu tanışmanın/yakınlaşmanın en görünür örneklerinden biriydi.
Laik-Müslüman yarılması, Türk-Kürt fay hattıyla birlikte çözümü en güç iki sorunumuzdan biri, hatta birincisi. Sadece Türkiye ile sınırlı bir sorun da değil. Mısır örneği, konuyu kendi özelimizden çıkararak daha “cool” bakmamıza olanak sağlayabilir. Mısır’daki son gelişmelerin, İhvan’a karşı darbenin, Ortadoğu Arap dünyasını sarsmakta olan toplumsal altüstlüklerin temelinde Müslümanların siyasal erk talebiyle tarih ve dünya sahnesinde yer alma mücadelesi var.
20. yüzyılın ilk yarısında, Müslüman ülkelere dışardan, yukardan ve çoğunlukla ordu gücüyle dayatılmış seküler laiklik ve kültürün halk kitlelerine yabancı kalması, benimsenmemesi Mısır’da, Türkiye’de, Kuzey Afrika ülkelerinde çoğunlukla diktatoryal, kimisi de kısıtlı demokratik laik yönetimlere olanak tanıdı. Tarih gelip de 21. yüzyıla dayandığında, yeni dünya koşullarında, Batı’nın geçirmekte olduğu derin kriz ortamında yüzlerce yıl önce büyük imparatorluklar kurmuş, medeniyetler yaratmış, bölgeye, hatta o zamanların dünyasına hakim olmuş İslam, hak ve iktidar talebiyle siyaset sahnesine çıktı. Çıktı ama demokrasi acemisiydi; ideolojik-kültürel kaynakları, dünya tasavvuru ve genlerine işlemiş mağduriyet duygusu özgürlükçü, çoğulcu olmasına olanak tanımıyordu. Yine de çağın ruhu ve dünya koşulları gereği, kerhen de olsa demokrasiyi düşe kalka denemeye koyuldu. Türkiye’de AKP’nin iktidara gelişi ve ilk dönemi bu denemelerin başarılı bir örneğiydi. Ama bir süre sonra iktidarını pekiştirmenin özgüveni ve rehavetiyle kendi ideolojik sınırlarına dayandı, kendisi için demokratlıkla yetindi. Mısır’da ise ilk acemi adımlar atılıyordu ki darbe geldi.
Siyasal- ekonomik iktidarı on yıllardır ellerinde tutmuş, elden kaçacağını hissettiğinde çeşitli antidemokratik yöntemlerle müdahalede bulunmuş laik seçkinler açısından Müslümanların siyaset sahnesine çıkmaları, hele de iktidarı ele geçirmeleri hiç de hoş ve kabul edilir değildi. Müslümanların toplumsal mühendislik projeleri, dünyayı ve yaşamı kavrayışları, inanç ve kültür kodları kendininkilerle hiç mi hiç uyuşmuyordu. Bütün bunları anlamak, hatta hak vermek de mümkün. Ama, şu soruyu sormamız gerektiğini düşünüyorum: Belli bir yaşam biçimini, kültürünü, inanç-ibadet tarzını topluma dayatma hakkını kendilerinde gören, hak ve özgürlükleri kendi ölçütleriyle belirleyen ve sınırlayan geleneksel muktedirler; mağdur ettikleri, ötekileştirdikleri kesimler iktidara geldiğinde bu defa onların kendi inanç ve kültürleri doğrultusunda bir toplum yaratma çabaları karşısında demokratik olmayan yollara başvurma hakkına sahip midirler?
Bence ne birinin ne de ötekinin böyle bir hakkı olabilir. O çok sözünü edip de ne olduğunu içine sindiremediğimiz demokrasi bu hakkı kimseye vermiyor.
Hemen ardından başka bir soru: Laik seçkinler kendi değerlerini, kendi doğrularını “ötekilere” dayatma ve onları aşağı görme, ikinci sınıf halk sayma hakkına sahip midirler? (Kimse böyle bir şey yok diye itiraz etmeye kalkışmasın. Laik kesimden geliyorum, çocukluğumdan beri şahit olmuşumdur bu hakir görmeye. Şimdi de çevremde kendilerini ulusalcı laik olarak tanımlayan pek çok tanıdığım var. Hâlâ örtülülere ve Müslümanlara burun bükmekten, onları küçük görmekten kurtulamadılar.) Soru şöyle devam ediyor: İktidara demokratik yolla gelen Müslümanlar, kendi doğrularını, kendi inançlarını, yaşam biçimlerini ister sandık çoğunluğunun çıkarmalarına imkân verdiği yasalarla, ister keyfî zorlamalarla, ister başbakanlığı başimamlıkla karıştıran ahlak bekçiliği ve tanzimiyle ötekilere dayatma hakkına sahip olabilirler mi?
Tabii ki, cevap yine hayır. Özgürlükçü demokrasi buna izin vermez.
Sorun; siyaset sahnesine çıkma ve iktidar olma hakkını kullanan İslamın henüz demokrasi dersinin çok başlarında olması; yoklamalarda kötü not alır almaz da okulu asıp eğitimi bırakmaya meyletmesi. Ama cesaretle soralım kendimize: Türkiye’de Kemalist laik cumhuriyet rejimi, bırakın tek partili dönemi çok partili sisteme geçildikten sonra da bugün demokratlıktan anladığımız özgürlük, eşitlik, adalet içeriğiyle demokrasi miydi? Darbelerle ayakta duran, orduya dayanan, asimile edemediği Dersim’de katliam yapan, her türlü muhalefeti; komünistleri, sosyalistleri, Kürtleri, Müslümanları, azınlıkları susturan, hapislerde çürüten, düşünce suçunun(!) sadece fiiliyatta değil yasalarda da yer aldığı bir Türkiye demokrat mıydı? Bizler, o dönemleri yaşayanlar, olmadığını biliyoruz. Demek ki sadece İslamcıların değil herkesin, bütün kesimlerin ve siyasetlerin sandıktan ibaret olmayan; özgürlük, eşitlik, adalet temeline dayalı çoğulcu çağdaş demokrasiyi öğrenmeye ihtiyacı var. Ben, bu sürecin başladığını, sadece bir parktan ibaret olmayan Gezi’den sonra öğrenme sürecinin hızlandığını düşünüyorum.
İslam çeşitli yerlerde, özellikle de bizim ülkemizde bu deneyimi yaşayacak. Gezi; kabul edilemez devlet şiddetine, kendileri de demokrasi dersine muhtaç bazı kesimlerin provokasyonlarına rağmen fay hatlarının yumuşamasına, en azından bir süre için aktif olmaktan çıkmalarına yol açtı. Yeryüzü sofralarına bir kez oturan, protestocu Kürt gencinin elini bir kez tutan, kim olduğunu bilmediği ötekinin kanayan yarasına bir kez merhem süren o deneyimin izlerini taşıyacak, çevresine aktaracak, en önemlisi de sorular soracak. Demokratik hak ve özgürlükler için mücadelede, bildik fay hatlarını aşan buluşmalar olabileceğini öğrenecek.
Bu kıpır kıpır, fırtınalı, gelgitli toplumda çoğu zaman farkına bile varmadan, hayat ve olaylar tarafından eğitiliyoruz, öğreniyoruz, değişiyoruz. Kürtlerden öğreniyoruz, Müslümanlardan öğreniyoruz, Ermenilerden, azınlıklardan, emek hareketinden, kadın hareketinden, laik demokratlardan, çevrecilerden, eşcinsellerden ve asıl kendi hatalarımızdan öğreniyoruz. Demokrasi okulu açıldı. Hiçbirimiz, hiçbir kesim, ne Müslümanlar ne laikler bu zorunlu eğitimden kaytaramayız.
Zor olacak, acılı olacak ama eninde sonunda demokrasi okulundan şu veya bu dereceyle mezun olunacak. Sabırlı bir mücadele, sabırlı bir öğrenim süreci gerek. Mesele şu ki, başta da söylediğim gibi tarihin vakti çok, biz fanilerin ise pek kısa. Biraz acele etmek gerek..