Vallahi yalan, hele de şu günlerde külliyen yalan. Türk olduğumuz veya Kürt olduğumuz için doğru ve çalışkan değiliz. Doğrumuz da var eğrimiz de, çalışkanımız da var tembelimiz de, iyimiz de var kötümüz de. Kötücüllüğün, acımasızlığın, gaddarlığın, yalanın, talanın, haksızlığın, adaletsizliğin tavan yaptığı; aklı başında, vicdanlı insanların “Bize ne oldu” diye feryad ettiği; siyasetin kin ve nefret söylemi üzerine kurulduğu, insanların birbirinin boğazına sarılmak için fırsat kolladığı bir dönemde bu sözler “Anlat, anlat heyecanlı oluyor, kulağa hoş geliyor” kıvamında kalıyor.
Ancak, asıl sorun bu değil, kopan yaygara da bundan kaynaklanmıyor. Bu ülkede Türkler, Kürtler, Lazlar, Çerkezler, Romanlar, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Araplar, Süryaniler, ve daha da başka milletlerden, halklardan insanlar yaşıyor. İlkokullarda okutulan Ant, ulus devlet inşa sürecinde Türklük bilincini genç kuşakların kafasına kazımayı amaçlıyordu. Cumhuriyetin Türkleştirme politikası, Nazizm’den Sovyetizm’e, 1930’ların totaliter toplum mühendisliği uygulamalarının da bir yansımasıydı.
Yıllar geçti. Dünya da Türkiye de 1930’ları, 40’ları aştı, 21. Yüzyıla ulaşıldı. Toplumların, milletlerin, halkların talepleri de değişti; aidiyetler, kimlikler önem kazandı. Ulus devletlerin asimilasyonist baskılarına, etnik, dinsel, mezhepsel ayrımcılık politikalarına karşı bilinç oluştu. Kürt Kürtlüğünü, Ermeni Ermeniliğini, Alevî Alevîliğini eşit yurttaşlık temelinde özgürce yaşamak, özgürce dile getirmek, kimliğinden korkmamak, kimliğini yitirmemek istiyor artık.
“Türküm” diye başlayan, varlığını Türk varlığına armağan eden bir metin; Türkiye’yi vatanı bilen, gördüğü ayrımcılığa, baskıya, zulme rağmen (Hrant Dink’in katledilmesini, Roboski’yi, sadece Kürt oldukları, Kürtçe konuştukları için linç edilenleri, Dersim’de çoluk çocuk kırıma uğratılanları, vb,vb…hatırlayın) bu topraklara sizden benden fazla bağlı Kürtleri, Ermenileri, Rumları, bütün diğer kimlikleri yok sayan, asimile etmeye çalışan bir zihniyetin yansıması değil midir?
Cevabı biliyorum: Türk bütün diğer milletleri, halkları, etnik grupları kapsar, Türkiye' de yaşayan herkes Türk olarak adlandırılır, denecektir. Yakın zamanlara kadar milliyetçi/ ulusalcı çevrelerin sözcülerinin varlığını bile inkâr ettiği, anlı şanlı generallerimizin, valilerimizin dağlarda karda yürürken kart kurt diye ses çıkardıkları için o bölgede yaşayan halka Kürt denmiş komikliğini dillendirebildiği, Kürt halkı demenin bile 7,5 yıla kadar hapisle cezalandırıldığı, her dönemde ayrımcılığa uğramış, ikinci sınıf vatandaş sayılmış Kürtler bu konuda ne düşünüyorlar? Okullarda Andımız’ı okuyan Ermeni, Yahudi, Rum çocuklar, “Türküm” derken ne hissediyorlar acaba? 1930’larda belki çoğunluk farkında bile değildi, ama kimlik bilincinin bunca geliştiği, ülkenin en önemli sorunlarından birinin Kürt sorunu olduğu bir ortamda istediğiniz kadar Türk Kürdü de içerir, herkesi içerir diyin, kimseyi ikna edemezsiniz.
Kaldı ki bu bir aldatmacadan ya da zevahirî kurtarma çabasından ibarettir. Ant’ın “Türküm” diye başlaması, 1930’ların son derece bilinçli ve amaçlı Türkleştirme siyasetinin, asimilasyonist zihniyetin sonucudur. Aksi halde cumhuriyetin adını Türkiye Cumhuriyeti olarak belirleyenler, ilkokul çocuklarının andını da “Türkiyeliyim” diye başlatabilirlerdi.
Diyelim ki Almanya’da yaşayan bir Türksünüz. Alman okuluna giden çocuğunuzun “Almanım, doğruyum çalışkanım……varlığım Alman varlığına armağan olsun” diye ant içmesini nasıl karşılardınız? Oğlum Almanya’da ilkokula giderken, çok şükür ki Hitler döneminin benzer ritüelleri çoktan tarihe karışmıştı. Yoksa Türk milliyetçisi falan olmadığım halde şiddetle itiraz eder, çocuğumu okuldan alırdım. Çünkü kimsenin kimseye kimlik dayatma hakkı olmadığına inanırım: ne etnik, ne dinsel, ne mezhepsel, ne de ideolojik.
Ya da, siyasal İslamcı iktidarın dindar ve kindar nesiller yetiştirme amacıyla okullarda dersten önce kurandan bir ayet okutmasını veya “Dindarım, Müslümanım……..varlığım İslam âlemine armağan olsun” diye alternatif bir ant önermesini nasıl karşılardınız? Laik kesim sokaklara dökülürdü, ben de en başta giderdim. Çünkü çocuğuma inanç dayatıltmasını, reşit olduğunda kendisinin özgürce seçmesi gereken inancı (veya inançsızlığı) iktidarın zorlamasıyla edinmesini kabul etmezdim.
Nüfusunun dörtte birinin kendini Kürt saydığı bir ülkede, hayır sen Türksün zorlamasının nasıl bir ruh hali yaratacağını anlayabilmek için yüz yıllık tarihe ve sonuçlarına bakmak yeter.
Usta bir köşe yazarımız, “Türk nerenize batıyor?” başlıklı bir yazı yazmış. Benim gibi terbiyesiz değildir, kibar bir adamdır bildiğim kadarıyla; kendisine yakışmamış. Çünkü Türkçe bilen herkes “nerenize batıyor”un aslının “kıçınıza mı batıyor” olduğunu bilir. Zaten sorun da, kendinizden farklı düşünenlere, farklı görüşler savunanlara nerenize batıyor diye çemkirdiğinizde başlıyor.
Ben Türküm, Türk olarak adlandırılan kümedeyim. Türk sıfatı benim bir yerime batmıyor. Oramıza buramıza askeri darbelerde, işkencehanelerde, kontrgerilla operasyonlarında, Diyarbakır zindanlarında batıracaklarını batırdılar, şerbetliyiz yani.
Kimliğini Kürt, Ermeni, Zaza, Çerkes, Rum, vb. olarak tanımlayanlara -bunun yaratacağı sorunları, tepkileri, ruh halini hesaba katmadan- Türk kimliği dayatılması benim vicdanıma, siyasal etik anlayışıma, hak ve adalet duyguma, eşit yurttaşlık ve kardeşlik talebime batıyor. Toplumun normalleşmesine, birbirimizi tüketmek yerine anlamaya çalışmamıza, giderek yaygınlaşan kötücüllüğü alt edip iyiliği çoğaltma umudumuza batıyor.
Dev boyuttaki bunca sorun arasında, Danıştay 8. Dairesi’nin 5 yıl önce kaldırılan Ant’ın yeniden okunmaya başlaması kararının nedenini anlamak için ağır komplo teorisyeni olmak gerekmiyor.
AKP, “Türküm, doğruyum”u 2013’te Çözüm Süreci sırasında Kürt halkının rızasını ve tabii ki oyunu almak için kaldırdı. O günlerde İslamî yanı, ümmetçiliği ağır basıyordu ve henüz Türk milliyetçiliği iskelesine bordalamamıştı. Aradan geçen sürede, Kürtlerden umduğunu bulamayan, üstelik de Güneydoğu’da HDP’nin ezici rekabetiyle karşılaşan Erdoğan fıtratında olan Kürt fobisinin de ağır basmasıyla Türk devletinin geleneksel Kürt siyasetinin rotasına girdi. Arkasını derin devletin sözcüsü ve denetçisi Devlet Bahçeli ile kurulan Türk-İslam sentezcisi koalisyona (Cumhur ittifakı) dayadı, giderek teslim oldu. Kuşkusuz bu gönüllü bir teslimiyet, daha doğrusu aynı çizgide buluşmaydı. Ne var ki Bahçeli’nin bazı dayatmaları Reis’i zorlamaya, tek adam otoritesini kemirme izlenimi vermeye başladı. AKP tabanından, adam Reis’e ne isterse yaptırıyor, mırıldanmaları duyuldu.
Danıştay’ın bir dairesinin Türkiye’nin her anlamda güç günlerden geçtiği bir dönemde ortaya pimi çekilmiş bomba gibi attığı Andımız kararı, devletin “Gururlanma Reis, senden büyük derin bahçeli devlet var” uyarısıdır. Türkiye’deki yargı aparatı, her ne kadar bugün Tayyip Erdoğan’ın emri ve güdümündeyse de, bilin ki en sonunda derinlerden gelen sese ve uyarılara kulak verir. Öte yandan bu karar yerel seçimler arifesinde Tayyip Erdoğan’ı, “Tarzan güç durumda” pozisyonuna sürükleyerek hizaya getirmeye de yarar.
Bir de, Kürtleri bir kez daha rencide ederek, iterek, yürek soğumasını derinleştirerek toplumsal barış ve normalleşme umutlarımızı, çabalarımızı dinamitlemeye yarar. İstenen de budur zaten.