Yukardaki hakaretleri sahiplerine misliyle iade ediyorum, desem… Diyemem; aşağılık muhbirler, çomaklar ve çomaklayıcılar reislerinin sözlerinden anında vazife çıkartır, linç kampanyasına girişirler, ardından da savcılar harekete geçer, kendiliklerinden geçmezlerse uyarılır, “göreve” çağrılırlar. Peki… Bu ülkede Türkiye’nin en ahlâklı, en vicdanlı, en vatansever/insansever ve de barışçı insanlarından 170’ini hedef alan bu hakaretler için soruşturma açacak bir tek namuslu, vicdanlı, cesur savcı yok mu?
Olmaz mı, vardır tabii. Ama savaş ortamında topluma boca edilen yalanlar, tehditler, en yükseklerden gelen misli görülmemiş bir saldırı ve korku ortamında seslerini çıkarmaları çok zor.
AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın yağıp gürlemelerine, günde beş vakit yüzlerce, binlerce kişi karşısında eda ettiği nutuklardaki hakaretlerine, tehditlerine neden olan şey 170 yurttaşın iki hafta önce parlamentodaki milletvekillerine hitaben yazdıkları, 550 milletvekilinin şahıslarına gönderilen kısacık bir mektuptu.
Afrin’e müdahale henüz başlamamıştı, “Bir gece ansızın gelebiliriz” şarkısı söyleniyordu. Mektupta böyle bir müdahalenin ülkeyi, bölgeyi, halkı, hepimizi maddî- manevî zarara uğratacağı, bedelinin ağır olacağı, sorunların savaşla değil barışçı yollardan çözümünün mümkün ve gerekli olduğu dile getiriliyordu. 170 yurttaşın oylarıyla seçtikleri, kendilerini temsil ettiklerini sandıkları milletvekillerine yönelttikleri, endişelerini, dileklerini, uyarılarını içeren bir metindi.
Testi kırılmadan göndermekte acele edildiğinden, imza sayısı 170’de kaldı, sonradan yeni imzalar geldi, imzası konulamadığı için alınanlar da oldu bildiğim kadarıyla. Mektup milletvekillerinin şahıslarınaydı, basına açıklanması -hele de o sırada Afrin müdahalesi başlayıp savaş atmosferine girilince- düşünülmedi. Ama bir de baktık ki iktidar koalisyonu milletvekillerinden bazıları metni yandaş medyaya çoktan vermişler, hem de şu günlerin en geçer akçesi vatan hainliği ithamları ve tehditlerle birlikte.
İyi de oldu, günün ağır sansür/otosansür ortamında ne yapsak sesimizi bu kadar duyuramazdık; hele de Sayın Erdoğan bayramlık ağzını açıp topa girdikten sonra…
Yazıldı, anlatıldı; tekrarlamaya gerek yok: Anayasa’ya, yasalara ve Türkiye’nin taraf olduğu, imzaladığı sözleşmelere göre, “Her türlü savaş propagandası hukuken yasaktır.” (MB Medenî ve Siyasal Haklar Sözleşmesi, madde 20). Anayasa’nın başlangıç bölümünde de “Türk vatandaşlarının yurtta sulh, cihanda sulh arzu ve inancı içinde huzurlu bir hayat talebine hakları olduğu” yazar. Anayasa, yasa ve uluslararası sözleşmelerde çok daha net maddeler, ifadeler de var, uzatmak istemiyorum.
Sosyal medya denilen ve kimileri tarafından pislik çukuruna dönüştürülen ortamdaki hezeyanlardan, hakaretlerden, bir radyocunun “Afrin harekâtına karşı olanları vurun” sözlerinden, kimi meczup yandaşların “bunlar vatandaşlıktan çıkarılsın” önerilerinden, neden şunu şunu söyledin bile değil neden savaşa destek vermedin türünden saldırılardan söz etmiyorum. Kaba ama pek doğru tabirle, imam osu…sa cemaat sı..r. Barış diyenler, sorunlar savaşla değil siyasetle, diyalogla çözülsün diyenler, savaşa karşı olanlar, yanlış buldukları konuda iktidarı uyaranlar muktedirler tarafından “terörist sevici, terör yandaşı, emperyalist uşağı, vatan haini, ahlâksız” ilan edildi mi, gerisini siz düşünün…
Bu ülkeyi yönetenler Kuzey Suriye’de, Rojava’da giriştikleri silahlı harekâtın kendi beka’ları veya ülke için gerekli olduğuna, kendi politikalarının doğruluğuna inanabilirler, savaşlarını gerekçelendirip savunabilirler. Ancak, savaş propagandası yapmak için bu politikaya muhalif olanları, barış diyenleri susturup tehdit ettiklerinde kişiye/yurttaşa karşı da, yasalara karşı da suç işlemiş olurlar.
Savaşta önce gerçekler ölür. İktidarın; bütün muhalif sesleri susturarak (yurttaşın milletvekillerine mektubuna bile tahammülleri yok, TTB’nin Hipokrat yemini gereği yaptığı açıklamaya bile tahammülleri yok), mutlak kontrollerindeki medya gücünün tamamını kullanarak, Cumhurbaşkanı sıfatını da taşıyan aynı zamanda parti başkanı olan Erdoğan’ın meydan meydan dolaşıp kitleleri barış diyenlere karşı kışkırtarak sürdürdüğü savaş propagandası düzmece suçlamalara, bilerek bilmeyerek üretilmiş yanlış haber ve tezvirata dayanıyor: “Teröre ne zaman karşı çıktınız, polisler şehit edilirken neredeydiniz, bu terörist sevicilerin bugüne kadar barışa evet dediklerini duymadık, teröristlerin karşısına dikildiklerini duymadık” vb. örneklerindeki gibi…
170 imzalı mektuptaki imza sahiplerinin tümünü tanımıyorum. Tanıdıklarım adına hemen söyleyeyim: Duymamış, duymak istememiş olabilirsiniz ama bizler hep barış dedik, teröre, şiddete nereden gelirse gelsin ve kime uygulanırsa uygulansın hep karşı çıktık. 2002’de Barış Girişimi’ni kurup “Irak’ta savaşa hayır” diyerek miting meydanlarında, Meclis’te, yazıda çizide yeri göğü inletirken de (ki sizler o zamanlar ABD askerinin Türkiye’den geçmesi ve Türkiye’nin ABD’nin kuyruğunda Irak savaşına bulaşması için Meclis’ten tezkere çıkartma telaşındaydınız), sizler Suriye’de savaş körüklerken de, IŞİD vahşetine de, PKK’nin şehirlere indirdiği terörist eylemlere de hep aynı ahlakî, vicdanî, insanî gerekçelerle karşıydık.
Kendi payıma şunları söylemekten geri durmayacağım: Polisler şehit edilirken, PKK polis lojmanlarına saldırı düzenleyip minicik çocukları öldürürken, Cizre’de insanlık suçları işlenirken, Ankara’da, İstanbul’da, başka yerlerde masum sivil halka karşı terör eylemleri gerçekleştirilirken, Mehmetçik şehit olurken, şehirler yanıp yıkılırken, hepsinin acısını gerçek anlamda hastalanacak düzeydi yüreğimde duydum, hepsine karşı çıktım. Söz gider yazı kalır; yazılarım ama’sız savaş ve şiddet karşıtlığımın belgeleridir. Ve kimsenin bana ve benim gibilere pervasız yalanlarla, tezvirat-tahrifatla saldırmaya, kişiliğimi yıpratmaya, haysiyet cellatlığı yapmaya, lümpen güruhlara hedef göstermeye hakkı yoktur.
İki gün önce, ne olup bittiğinin, başlarına nasıl bir çorap örüldüğünün farkında olmayan şakşakçı kalabalıklar karşısında, darbeci diktatör Evren’in “Aydınlar Dilekçesi”ne ilişkin söylemiyle hayret verici biçimde benzeşen “sözde aydınlar” diye başladığınız konuşmanızda, “profesörmüşsünüz, yazarmışsınız, sanatçıymışsınız, size bunların değer kazandırdığını mı sanıyorsunuz” diyerek küçümsüyordunuz imzacıları. Haklısınız; payeler, sıfatlar değer kazandırmaz insana. Ne profesörlük, ne cumhurbaşkanlığı, ne başbakanlık, ne padişahlık…
Ama bizlere değer kazandıran, sizin anlayamayacağınız bir şey var: Ama’sız -kimilerine göre de ahmak, budala, hayalci-barışçı olmamız, şiddetin, terörün, savaşın her türüne cesaretle karşı çıkmamız, vicdanımız ve cesaretimiz.
Bir de şu “fikir soytarıları” lafı var ya, galiba bizleri çevrenizdeki danışman ordunuz ve medyanızdaki saray soytarısı çığırtkanlarla karıştırdınız.
Gerekli not:
Bazı yanlış anlama ve kuşku yaratıcı beyanatlar karşısında:
1. İmzacıların okuyup imzaladıkları mektup metninde en küçük bir değişiklik yapılmadığını,
2. Metnin basına kendilerine mektup giden milletvekilleri tarafından sızdırıldığını, basına ve kamuoyuna imzacılar tarafından açıklamada bulunulmadığını belirtmek ihtiyacı duydum.