Dağlıca’da, PKK saldırısında onlarca asker ve subayımızın öldürüldüğü haberinin ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan yandaş televizyon kanalında yine açık konuştu. Suruç katliamını da hatırlatarak, bir partiye 400 milletvekili verilseydi bu olaylar olmazdı, dedi. Aslında bu sözleri ilk kez duymuyorduk. Ancak bu defa zamanlama talihsizdi. 7 Haziran sonuçlarından memnun olmayıp milleti bütünleme sınavına sokma kararı alanların bilincinin derinliklerinde gizlenen tehlikeli zihniyeti, bundan daha iyi açıklayacak söz bulunamazdı.
33 gencin öldürüldüğü Suruç’a ve ardından yoğunlaşan çatışmalara gönderme yapan bu sözler, tekrar seçim öncesinde seçmene şantaj olduğu kadar, bir itiraftır da. Erdoğan, benim başkanlığıma yol açacak mutlak iktidarı vermezseniz nice Suruçlar, Cizreler, Dağlıcalar olur, seçimlerde ona göre davranın haa, demeye getiriyordu. Hürriyet gazetesine saldıranlar arasında yer alan AKP Gençlik Kolları Başkanı (aynı zamanda AKP İstanbul milletvekili), Reis’in açıklamalarını: “1 Kasım’da ne çıkarsa çıksın seni başkan yapacağız’ diyerek tamamlıyor, seçim sonuçlarını tanımayacaklarını peşinen ilan ediyordu.
Tayyip Erdoğan ve onunla aynı havayı çalanlar, bu şantaj politikasının öteki yüzünde korkunç bir itirafın yattığının farkındalar mı, bilmiyorum. Sadece hatırlatmak istiyorum. Ne Diyarbakır’da HDP mitingine bombalı saldırının ne de Suruç’taki kanlı katliamın gerçek failleri bulundu. Soruşturmanın gizliliği kararı alındı, saldırganın IŞİD’ci olduğu tevatürü yayıldı, basına birkaç manipülatif haber kırıntısı servis edildi. Vahim olayların, çatışmaların, ölümlerin birbirini izlediği sonraki günlerde, Suruç’ta ne olmuştu gerçekten, diye sorup soruşturma fırsatı bile olmadı. HDP Eşbaşkanı Demirtaş’ın dile getirdiği, olayın faillerinin devlete bağlı özel bir terör timi olabileceği yolundaki kuşkuları havada asılı kaldı.
Cumhurbaşkanı’nın; bir partiye (hangisi acaba?) 400 milletvekili vermezseniz kaos olur, Suruç gibi olur, mealindeki sözleri bir itiraftı. Suruç ve benzeri provokasyonları engellemekle, gerçek suçluları ortaya çıkarmakla, çatışmaları önlemekle görevli iktidar, “bak beni seçmezseniz işte böyle olur” diyerek seçmeni yıldırmayı hedeflediğini, kaosu bilerek, isteyerek körüklediğini itiraf etmiş oluyordu. Bu çıkarımı yanlış hatta kötü niyetli bulanlara şu soruyu sormalarını öneriyorum: Güçlü iktidar talebi Türkiye’yi düze çıkarmak, savaşa son vermek, başta Kürt sorunu olmak üzere sorunları çözmek içinse, iktidar bunca yıldır, hatta şu anda bile fiilen Erdoğan’dayken bu adımlar neden atılmadı? Devlete, orduya, kurumlara, medyaya böylesine hakim olanlar, çatışma ortamını körüklemek, gün be gün demokratik alanı daraltmak yerine neden barışa, normalleşmeye, demokratik hak ve özgürlüklere doğru gereken adımları atmadılar? Ellerini bağlayan neydi?
Yoğunlaşarak süren bu cinnet ortamında, insanın aklından yüreğinden bir an için, Allah topunuzun belasını versin! Alın 400 değil bin kelle, doldurun Meclis’in bütün koltuklarını haşmetli popolarınızla, seçin başınıza da Erdoğan’ı, bırakın yaşayalım, bırakın çocuklarımız yaşasın, demek geçiyor. Sonra kendimize geliyoruz, çünkü simge sayı 400, yani mutlak iktidar demek; her yer Suruç, her yer Cizre, her yer Dağlıca olacak anlamına geliyor. Çünkü bu kaosu, bu çatışma ve savaşı bilerek, hesaplayarak körüklediler. Çünkü iktidar uğruna vermeyecekleri kurban, çiğnemeyecekleri ahlakî ve insanî değer yok. Çünkü mutlak iktidarı ele geçirirlerse daha da pervasızlaşacak, gaddarlaşacaklar. Bakın, Dağlıca’nın hemen ardından Cumhurbaşkanı ne diyor: “Belki şehitlerimiz olacak ama bu bizi asla durdurmamalı.” İçişleri Bakanı da ekliyor: “Son terörist etkisizleştirilene kadar…”
Evet, son terörist, son şehit, son çocuk, son umut tüketilene kadar gitmeye hazırlar. Hesap; ne kadar fazla ölüm, ne kadar fazla kan, ne kadar çatışma, o kadar oy üzerine kurulu. Bu hesabın yanlış olduğunu göremeyecek kadar da gaflet içindeler. Şehit cenazelerinden yükselen sesler artık 1990’ların “bir evladım daha olsa onu da vatana kurban ederim” gibi halka öğretilmiş, öğrenilmiş klişeler değil; “evladımı vatana, Saray’a helal etmiyorum” çığlıkları ordunun, polisin içinden bile yankılanıyor. İsteseler bir günde bitirebilecekleri bu kan, çatışma, kin ve nefret ortamından nemâlanacaklarını sananlar yanılıyorlar. Yanıldıklarını görecekler ama o zamana kadar hepimizi, bütün ülkeyi kurban ediyorlar.
Başımız milletçe belada. Ne yapacağız? Öncelikle elimizdeki bütün imkânları, yüreğimizdeki bütün gücü ve cesareti, bul karoyu al parayı misali, “ver 400’ü al ölülerin huzurunu” oyununa gelmemek için kullanacağız. Bu çatışma koşullarında, hatta belki sıkıyönetim altında bile olsa 1 Kasım’da seçimlerin yapılması için provokasyonlara kapılmadan, umutsuzluğa düşmeden sonuna kadar direneceğiz. Özellikle, iki ateş arasında bırakılan HDP’nin Doğu’daki, Günaydoğu’daki oylarına set çekmek için yapılacak bütün oyunları topluma anlatmaya ve bozmaya çalışacağız. Bizler Batı’dakiler; Diyarbakır, Cizre, Silvan, Şırnak, Hakkâri, Şemdinli vb. bölge halkının çığlığına sağır kalmayacağız, hem yüreğimizle hem de bedenlerimizle yanlarında yer alacağız. Bunu ama’sız, fakat’siz, lanetlenesi PKK saldırganlığı ve şiddetini umursamazlığımıza bahane kılmadan yapacağız. Kürt hereketinin sivil ve demokratik tercihinin yanında yer alacağız; silahlı ve savaşçı tercihe daha yüksek sesle dur demeye cesaret edeceğiz. En azından ben, kendi payıma böyle yapmaya çalışacağım.