Sadece tarih değil vicdansızlık da tekerrür edermiş meğer. Yarın 50. gününü dolduracak ve kritik eşiğe ulaşacak açlık grevleri karşısında devletin, hükümetin, çözüm üretmekle görevli yetkililerin, siyasilerin ve bir kısım medyanın tutum ve sözleri bu ülkede insanî değerlerin, vicdanın, duygudaşlığın (empati) fena halde aşındığını bir kez daha gözler önüne serdi. Bırakalım evrensel insanî değerleri bir yana, devletin-hükümetin siyasal basiretten ne kadar yoksun olduğunu, gerilim siyasetinden medet umduğunu, barışa, uzlaşmaya, yumuşamaya niyetsizliğini, bir kez daha ayan beyan gördük. Çocukların, gençlerin, kadınların, erkeklerin, bu ülkenin insanlarının kanı hiç bu dönemde olduğu kadar ucuza gitmemişti. Kadınların hedef olduğu namus(suzluk) cinayetlerinden küçücük çocukların yakınları tarafından hunharca öldürülmelerine; yan baktın, eğri durdun, solladın, yolladın cinayetlerine; kimisine şehit, kimisine “ölü ele geçti” dense de onbinlerce insanımızın şu kirli savaşta aynı ölümle ölmelerine toplum alıştı, kanıksadı. Bu ülkenin insanlarını, hele de siyasilerini kan tuttuğu, sürmekte olan açlık grevleri karşısında takındıkları tavırdan belli.
On iki yıl önceydi, hatırlarsınız. F tipi hapishaneleri protesto eden tutuklular açlık grevlerini ölüm orucuna dönüştürdüler. Yakından, yüreğim yanarak izlediğim, ölümleri engellemek için elimden geleni yapmaya çalıştığım acı bir olaydı. Gencecik kızlar ve erkekler kendilerini ölüme terk ettiler. Benim bildiğim, izlediğim, hatırladığım kadarıyla o dönemde 153 tutuklu yaşamını yitirdi. Ölüm oruçlarını sonlandırmak için, korkunç ve iğrenç bir ironiyle Hayata Dönüş adı altında girişilen operasyonda (devlet katliamında) otuz tutuklu yakılarak, vurularak öldürüldü, iki de asker öldü.
Bugün beni ürperten, içimi soğutan, son kırıntılarını tüketmekte olduğum umudu karartan; on iki yıl önceki devletlûların sözlerini, tutumlarını Başbakan Erdoğan’ın on iki yıl sonra aynen, hatta sözcük sözcüğe tekrarlaması; tekrarlamakla yetinmeyip kendine özgü kahvehane üslubuyla katkılar getirmesi oldu. Bu topraklarda devlet urbasını sırtına geçiren devletleşiyor, zalimleşiyor; hele de kişiliği müsaitse... Başbakan’ın üslubuna gelince, o da kişiliğiyle, yetişme koşullarıyla, çevresiyle ilgili. İfadei meram, ayniyle insan, derdi eskiler.
Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda gazetecilerin konuya ilişkin sorularına, “Aç değiller, yiyorlar... Gerektiğinde müdahale edilir” cevabını veren Sayın Başbakan, ertesi gün hızını alamadı, “Kuzu şiş götürürken, içerde olanlara ölün diyorlar. Oturmuş Kızıltepe’de kuzu kebabı yiyorlar” incisinin ardından “Devlet şantaja pabuç bırakmaz” sözü geldi. Söyleyene değil söyletene bak; on iki yıl önce de aynı cümleyi duymuştuk.
Bazen, Tayyip Bey’i çevresi yanlış mı bilgilendiriyor, diye düşündüğüm oluyor. Aşağılayıcı, biraz da alaycı, en önemlisi de acımasız bir tonda “Aç değiller, yiyorlar” derken, bilerek bilmeyerek açlık grevi ile ölüm orucunu bir tutuyor. Şu sırada tutuklular açlık grevi yapıyorlar ve bu süreçte, kesin ölümü hızlandırmayacak bazı yaşamsal önlemler alınır. Alınır; çünkü talepler kabul edilme yoluna girilirse iş işten geçmiş, insan yaşamı dönüşsüz biçimde etkilenmiş olmamalıdır. Şekerli su, B vitamini, başka minimum takviye...Ne var ki, bir an gelir açlık grevi ölüm orucuna dönüşür. İnsan, hele de inanan insan, bir de üstüne varıldığında, kimliğinin kişiliğinin ayaklar altında çiğnendiğini hissettiğinde, Başbakan’ın yaptığı gibi provoke edildiğinde, o sıkıştırılmışlık koşullarında; bu işten hiç anlamayanların, en küçük duygudaşlık gösteremeyenlerin sandığı gibi, öyle örgüt baskısıyla falan değil, kendi iradesiyle ölüme yatar. Onun kendine saygı duyabilmesinin, kimliğini pekiştirmesinin, yaşamına bir anlam kazandırmasının, ne yazık ki o koşullardaki tek yoludur bu.
Ölüm orucunu, yöntem olarak hiç benimsemedim, ölümün kutsanmasını ve teşvikini eleştirdim. Hep, “Yapmayın, ölmeyin çocuklar”, dedim. Ama ölüme yatanları anladım, iradelerine, inançlarına saygı duydum ve yaşamın korunmasının herkesden önce devletin sorumluluğunda olduğunu düşündüm. 12 yıl önceki açlık grevleri karşısında toplumun suskunluğu, hepimizin suskunluğu vicdanımı o kadar yaraladı ki, Erguvan Kapısı romanını bir çığlık gibi yazdım. Yazarken, o ruh halini, o süreci çok daha iyi anladım. Belki de bu yüzden Başbakan Erdoğan’ın vicdanı - insanı ıskalayan sözleri yüreğime oturdu.
“Kuzu şişi götürürken, içerdekilere ölün diyorlar. Oturmuş Kızıltepe’de kuzu kebabı yiyorlar” sözlerini ne vicdanla ne de sorumlu devlet adamlığıyla bağdaştıramadım. Öncelikle, Tayyip Bey’e ilham veren fotoğrafın tümüyle provokatif bir psikolojik harekâtın, -eşyayı adıyla çağıracak olursak- iğrenç bir sahtekârlığın parçası olduğu, BDP’lileri birlikte kır yemeği yerken gösteren bu resmin aylar önce çekildiği tartışmasız bir gerçek. Ayrıca, BDP’lilerin yediğinin içtiğinin konuyla en küçük bir ilişkisi yok. Bu kadar düzeysiz bir polemikle mi hallolacak Kürt sorunu? Üste çıkmanın, hasmı yenip -o neyin kanlı zaferiyse- zafer kazanmanın mümkün olacağını düşünen bir kafayla bu ülke nereye gidecek? Kürt sorunu nasıl çözülecek? Barış nasıl sağlanacak?
Kimin ne yediği, neden yemediği, neden kendini açlığa ve ölüme mahkûm ettiği sorusu gündeme geldiğinde, “Siz neler yiyorsunuz Sayın Başbakan?” diye sormadan edemiyor insan.
Sayın Erdoğan! Açlık grevlerinin ölüm orucuna dönüşmesi ve insanların ölmesi, anlayamadığınız, hesaplayamadığınız sonuçlara gebedir. Bırakalım insanı, vicdanı bir yana, bu dil size yabancı gelebilir. Daha kolay anlayabileceğiniz bir dille söylenecek olursa, açlık grevlerinin sona erdirilmesi için adım atmamanızın siyasal sonuçları öylesine büyür ki, sizi de iktidardan götürür. Bu ülkenin insanlarının yaşamından herkesden fazla siz sorumlusunuz. Elinizde olduğu halde, açlık grevlerini Hayata Dönüş Operasyonu türünden caniyane yöntemlerle değil insanca yöntemlerle çözmeyi başaramazsanız, hayat bu hiç bilinmez, yarın öbür gün yitirilen yaşamların hesabını vermek durumunda kalırsınız.
Yarın 63 yurttaşınız kritik aşamaya giriyor. Daha sonra açlık grevine başlayan yüzlerce tutuklu onları izliyor. Çevreniz sizi yine yanıltmasın. Benden size bir kıyak: Açlık grevindekilerin zoru görüp pes edeceklerini düşünmeyin, örgütün zorlaması gerekçesinden medet ummayın. İnanç tehlikeli bir uyarandır, insanlar kışkırtıldıkça ve aşağılandıkça inandıkları davaya daha sıkı sarılırlar ve yaşamlarını ortaya koyarlar.
Size, o insanları anlayın, vicdanınızla hareket edin demeyeceğim, bundan umudum yok. Zararın neresinden dönseniz kârdır, diyeceğim. Gerektiğinde pragmatik davranmayı iyi biliyorsunuz; açlık grevindekilerin talepleri o kadar haklı ve gerçekten barış isteniyorsa haklılıklarının teslimi o kadar kolay ki, bu konularda küçücük adımlar atmak, bir umut ışığı yakmak sadece barışa ve dolayısıyla size yarayacaktır. Çünkü gelinen tarihsel aşamada, bölgenin özel koşullarında, dünyanın önümüzdeki günlerinde savaş, ülkeyle birlikte sizin iktidarınızı da yıkıma götürür.