“Tarafsız ve bağımsız” yargımızın durumunu sergileme açısından örnek vaka sayılabilecek Cumhuriyet gazetesi davasında, Mahkeme’nin ara kararı benim için şaşırtıcı olmadı. Çünkü bu davada hem muhbir, hem tanık, hem de en yüksek katların gayr-ı resmî sözcüsü/borazanı olarak görev yapan pek tanıdık bir zât, mahkemenin kararından bir gün önce: “Kadri Gürsel, Akın Atalay ve Can Dündar’ın Cumhuriyet Gazetesi davasından alacağı cezalar belli ve hiç şansları yok. Diğer yazarların bırakılması gerekir. Ahmet Şık’ın ise cezaevinden çıkmaya niyeti yok, Allah taksiratını affetsin” diye yazmış, hükmü kesmişti.
Salona girebilen giremeyen yüzlerce izleyici, sanık yakını, basın mensubu, hukukçu karşısında, son derece elverişsiz mekân koşullarında, herkesin sinirlerinin hâd safhada gergin olduğu bir ortamda davayı beş gün boyunca büyük gerginliğe meydan vermeden, sanıklara ve müdâfilerine olabildiğince saygılı, sâkin şekilde yürüten Mahkeme Başkanı, bir ara: “Biz de izliyoruz, yazıyorlar. Burada da blog yazıyorlar. Yalan yanlış yazıyorlar, yazsınlar, umurumuzda değil. Yarın için loto oynuyorlar” demek gereğini hissetti. Çünkü o da, mâlum zat’ın kararı erken tebliğ etmesinden rahatsız olmuştu.
Keşke bu sözleri hiç söylemeseydiniz, keşke duymazdan, bilmezden gelseydiniz Sayın Yargıç. Çünkü, bencileyin gamlı baykuşlar iyimserliğe kapılmasalar da, bu davada suçun “S”sinin bulunmadığını bilenler arasında sözleriniz bütün sanıkların salıverileceği umudu yarattı. Öte yandan da, yaşamakta olduğumuz bu olağanüstü dönemde hakimlerin vicdanlarına ve hukuka uygun adil kararlar veremedikleri, kendilerini yukarlardan gelen esintilere, taleplere uyma zorunda hissettikleri bir kez daha anlaşıldı. “Karar lotosu” oynayanlar kazandı yine.
Bir tek ad vardı isabet kaydedilmemiş gibi görünen: Can Dündar. Yurtdışında olduğu herkesçe bilinen Dündar’ın adı da yanlışlıkla değil, mahkemeye “bağımsızlık” görünümü kazandırmak için, kamuflaj niyetine bilerek zikredilmişti ve sonucu değiştirmiyordu. Yüksek katlardan gelen âli kararlara harfiyen uyacağı mütalaasından da belli olan duruşma savcısının, tutukluluğunun devamını talep ettiği Murat Sabuncu, Dündar’ın yerine geçiriliverdi, maksat hasıl oldu. Ucube iddianamede bile hakkında gazete manşetlerinden başka “suç” delili olmayan, Vakıf’la da ilişkisi bulunmayan Sabuncu bir çeşit “rehine” olarak hapiste tutuluyor şimdi.
Mahkeme Başkanı, “Yazsınlar, umurumda değil, loto oynuyorlar” derken gerçekten inanıyor muydu söylediklerine? O anda inanmak istiyordu belki. Bu çok taraflı kumpas davasının yargıcı olmaktan onur duymadığını, vicdan ve adil yargılama muhasebesinde kendisine yenildiğini düşünüyorum. Güç durumda kalan herkese acıdığım, üzüldüğüm gibi, şu günlerde yargıda karar mevkilerinde bulunan bütün vicdanlı, namuslu hukukçular için de üzülüyorum. Yerlerinde olmak istemezdim.
Cumhurbaşkanı’ndan Başbakan’a, oradan Adalet Bakanı’na bütün yüksek zevat’ın “En bağımsız yargı bizde” dediği; kimlere, neye hizmet ettiği bilinmeyen (ya da çok iyi bilinen) kimilerinin “Türk yargısı altın çağını yaşıyor” diyebildiği bir dönemde, çeşitli kamuoyu yoklamalarına göre toplumun ezici çoğunluğu (yüzde 70 ile yüzde 80 civarı) Türkiye’de adil yargı olmadığını biliyor, görüyor, düşünüyor.
Bir savcının, FETÖ’cülük şüphesi altındaki bir yargıç arkadaşını tutuklatırken “Arkadaşım için tutuklama talebinde bulunmazsam beni tutuklayacaklar” itirafına sahne olan bir ülke burası. Burada, hiçbir mahkemenin, hiçbir yargıcın sadece hukuğun ve vicdanının gereklerini yerine getirerek bağımsız karar vermesini bekleyemezsiniz. Onlar; ülkeye hâkim zihniyetin, esas olarak da hem AKP’nin hem de devletin başı olan kişinin -tabii ki doğrudan değil ama büyük Küçük tetikçiler, borazanlar, sahibinin sesi mikrofonlar tarafından iletilen- eğilimlerinin, isteklerinin, emirlerinin doğrultusunda hareket etmek zorundalar. Aksi durumda kendileri de suçlanabilir, ya da en azından son dönemlerde onlarca örneğini izlediğimiz gibi görevlerinden alınabilir, mesleklerinden uzaklaştırılabilirler.
Cumhuriyet davasının ara kararında, dört sanık hakkında tutukluluğun devamı gerekçeleri sıralanırken, “Tanıklar üzerinde baskı girişimi olabileceği” görüşüne de yer veriliyor. Yani tutukluluklarının devamına karar verilenler tahliye olurlarsa tanıkları baskı altında tutacaklar, öyle mi? Güler misiniz, ağlar mısınız! Kararı “ne ceza alacakları belli” diyerek bir gün öncesinden yazdırmış olan kişi, mahkemeniz üzerinde baskı kurmaya yeltenmedi mi ve de fiilen kurmadı mı? Yargıyı , hem de bu düzeyde etkilemeye çalışan o kişi hakkında “yargıya müdahale ve bağımsız yargı üzerinde baskı kurmaya teşebbüs”ten suç duyurusunda bulundunuz mu? Üstelik bu karışık/karanlık adamın bu davanın muhbiri ve tanığı olduğunu herkesten iyi sizler biliyorsunuz. Bırakın bu muhbir/tanık kişiyi bir yana; “rakip müessese” Aydınlık gazetesinde yazan, dava boyunca yalanlarından, iftiralarından, manipülasyonlarından vazgeçmeyen diğer “tanık”larınızın tanıklıkları, esas maksatları konusunda hiç mi kuşku uyanmadı içinizde?
Cumhuriyet davası -daha bu aşamasında- tutuklu tutuksuz bütün sanıkların onur, adalet, cesaret sınavından firesiz lekesiz çıktıkları, hukuk tarihine geçecek unutulmaz bir dava oldu. Peki, ya sizler, ya yargı, ya adalet?
Ve de muhbirler… Kişisel ya da kısır ideolojik hırslarına kapılarak aleyhte (yalancı) tanıklık yapanlar, bunca insanın aylardır hapishanede kalmasına neden olanlar, gazeteyi içerden dışardan sabote etmeyi sürdürenler… Sizler kendinizle hiç yüzleşmez misiniz, ya da aynalara baktığınızda yüzünüzün yerine kara bir boşluk mu görüyorsunuz sadece?