Putin’in Ukrayna’yı aniden işgal teşebbüsü Avrupa’da barış ve istikrara ciddi darbe vuruyor; devletler hukukunu ve uluslararası güvenliği vahim şekilde çiğniyor. Hiçbir haklı nedenle izah edilemeyecek bu kaba teşebbüs Birleşmiş Milletler Şartı'nın, tüm devletlerin eşit egemenlik hakkına saygı gösterilmesi, anlaşmazlıkların barışçı yollarla çözümlenmesi, başka ülkelerin tehdit edilmemesi ve devletlerin egemenlik, bağımsızlık ve toprak bütünlüklerine karşı silahlı güç kullanılmamasına ilişkin 2. Maddesini açıkça ihlal ediyor.
BM Şartı’nın 2. Maddesi hiç şüphesiz ilk defa ihlal edilmiyor. Ancak önceki ihlaller Rusya’ya bu son saldırısı dolayısıyla meşruiyet kazandırmıyor. Ne yazık ki insan hakları savunuculuğu yapan büyük küçük pek çok devlet aynı yoldan geçti. Bugün Rusların bu tecavüzü Ukrayna’da ve bölgede daha şimdiden ağır can ve mal kayıplarına sebep oluyor. Avrupa’yı bir kez daha ciddi siyasi, iktisadi ve sosyal sorunlar barındıran yeni göç dalgaları ile baş etmek durumuyla karşı karşıya bırakıyor. Putin’in Donbass bahanesiyle Ukrayna’ya karşı diplomasi yerine “askeri hedef” ve “sivil halk” ayırımı yapmadan acımasızca aşırı güç kullanmayı yeğlemiş olması, buna karşılık Ukrayna halkının kendi seçtiği liderleri Zelensky etrafında birleşerek gösterdiği direnç sırf dünya kamu oylarında değil, doğrudan doğruya Rus halkı indinde de infiale sebep oluyor. Avrupa Birliği dün (27 Şubat) öğleden sonra ticari ve özel tüm Rus uçaklarına AB hava sahasını kapattı. Rusya’da ve dışında yaşayan çok sayıda Rus, ülkelerinin Ukrayna’ya saldırısını kınamak için toplu sokak gösterileri gerçekleştiriyor. Bu infialin Rusya’ya geri adım attırması beklenmese de, Rusya’yı ciddi şekilde sıkıştırdığı açık. Nitekim Putin yine dün Zelensky’ye müzakere önerdi. Hatta nükleer silah kullanma olasılığını dile getirdi. Bunlar kendisinin siyaseten içinde bulunduğu zor durumu kanıtlıyor. Moskova ve St.Petersburg gibi Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana dünya ile adeta iç içe yaşayan bu büyük şehirlerde genç, yaşlı, kadın, erkek binlerce sivil Rus’un, rejimin ağır müeyyidelerine rağmen Putin yönetimine kaşı giriştikleri sokak gösterileri dünya televizyonlarına yansıyor ve Doğu-Batı arasında 30 yıldan bu yana zahmetle kazanılmaya çalışılan karşılıklı anlayış havası buharlaşıyor.
Bütün bu olumsuzların geriye sarılması ve dünyanın yeni bir soğuk savaş dönemine sürüklenmesinin önlenmesi mümkün olabilecek mi? Her ne kadar olayların sıcaklığında bu konuda karamsar tahminler şimdilik ağır basıyorsa da daha başlarında bulunduğumuz bu ciddi krizin hangi yöne doğru evrileceğini kestirmek için zaman tabii ki henüz çok erken. Ama muhakkak olan bir şey varsa o da, tecavüze uğrayan Ukrayna halkının Rusya karşısındaki direncinin, bu nispeten küçük ülkenin dünya kamu oyunun desteğini kendi arkasına almasını başarmış olması. Bunda Devlet Başkanı Zelensky’nin oynadığı rol ön plana çıkıyor. Ukrayna, en azından bugün için kolay lokma olmadığını devletler hukukunu hiçe sayan kibirli Putin’e gösteriyor. Kısa süre önce bir komedyen iken özgür ve serbest seçimlerle Devlet Başkanı seçilen Zelensky, ABD ve Çin liderleri gibi dünyayı yönetme iddiasındaki iki liderle rekabet etmek isteyen Başkan Putin’i zorluyor.
Putin’in savaşı, aslında Ukrayna ile değil; bireylerin temel hak ve özgürlüklere ve devletlerin eşit egemenliğe sahip olmalarını öngören evrensel ilke ile.
Rusya bundan 8 yıl önce Kırım’ı, devletler hukukunu yine hiçe sayarak işgal etmiş ve kendi topraklarına katmıştı. Halkı Kırım Tatarlarından oluşan bu topraklarda Türkçe konuşuluyor. Ancak halen nüfuslarının yüzde 20‘sinden azı kendi ülkelerinde, yarısından fazlası ise Türkiye ve başka yerlerde yaşıyor. Türkiye ve Batı dünyası bu işgali tanımıyor. Rusya karşısında opsiyonları sınırlı olan Türkiye’nin elinden ne yazık ki bir şey gelmiyor. Şu kadar ki, 2014’ten bu yana Rusya’ya enerji bağımlılığımızı azaltmamız gerekirken, arttırmış bulunuyoruz. Türkiye Avrupa’da Almanya’dan sonra Rusya’dan, ikinci en büyük doğal gaz ithalatçısı ülke.
Dünyanın geri kalan ülkelerinin ise Rusya’nın gerek Gürcistan’a askeri harekatını, gerek Kırım’ın işgalini kanıksamış olduğunu söyleyebiliriz. Bu pasif tutumun temelinde Amerika’nın kendi iç ve dış sorunlarına odaklanması, uzun vadeli stratejik önceliklerini Orta Doğu ve Avrupa’dan Çin’e ve Uzak Doğu’ya kaydırması, ve özellikle Avrupa Birliği'nin etkisiz dış politikası ile yine Avrupalıların Rusya’dan doğal gaz ithali karşılığında bu ülkeden büyük meblağlara varan ticaret hacimleri, belki de en önemlisi Rusya’nın yaptırımlarla sıkıştırılamayacağı yolundaki yaygın kanaatleri yatıyor olabilir.
Ne var ki Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı Batı dünyasının bu edilgen tutumunu gözle görünür biçimde değiştiriyor. Bugün Atlantik'in her iki yakasında Rusya’ya karşı silahlı güç kullanması dışında, ikili ve çok taraflı yoğun diplomatik girişimlerin yanı sıra, şiddetini tedrici şekilde arttıran etkili ekonomik, mali ve parasal yaptırımlarını uygulamaya başladı. Bu önlemlerin beklenen sonucu verip vermeyeceği şimdilik belli değil. Kısa vadede umutlu olmak aşırı iyimserlik olabilir. Ancak Ukrayna’nın bu işgale karşı şu ana kadar gösterdiği direnç ve dayanıklılığı sürecek olursa, bu yaptırımların Rusya’yı etkileyebileceği yolunda kanaatler yaygın.
Her hal ve karda Batı dünyasının bu aşamada Ukrayna’ya desteği, bu ülkeyi NATO veya Avrupa Birliği gibi askeri ve siyasi sistemlere bağlamaya çalışmak olmamalı. Ukrayna’nın ihtiyacı şimdi Kiev’deki hükûmetin meşruiyetinin desteklenmesi ve Rusya ile, eğer gerçekleşirse, yürüteceği müzakerelerde kendisine diplomatik alanda yardımcı olunması, ayrıca halkının acil ihtiyaçlarının karşılanması ve demokrasinin korunması ve Rus işgalinin tahribatının telafi edilmesi şeklinde düşünülmelidir. Ayrıca Batılı ülkelerin Ukrayna’ya münferiden silah ve mühimmat yardımları yapması da gerekir. Esasen bu tür münferit yardımlar başlamış bulunuyor. Fakat Karadeniz’de yeni Batı üsleri kurulması veya Rusya’ya yakın bölgelerde deniz kuvvetleri konuşlandırılması gibi askeri destekler ise, en azından bu aşamada, şimdiye kadar olduğu gibi ters teper.
Türkiye’ye gelince ülkemiz, her şeyden önce Karadeniz’de barış ve istikrarın teminatı olmayı 1936’dan beri sürdüren Montrö Antlaşması'nı titizlikle uygulamaya devam etmelidir. Bunun yanı sıra, bu krizi TBMM’ne getirerek tüm etraf ve şümulü ile müzakere etmeli ve diplomatik hamlelerini, dış politika karar süreçlerini devreye sokarak ortak akılla saptamalıdır.
Bugün Putin ve kısmen Rus halkı, NATO ve Avrupa Birliği’nin ve genelde Batı dünyasının siyasi ve askeri nüfuzlarını eski Sovyetler Birliği topraklarına doğru genişletmeye çalıştıklarına inanıyor. Bu kanaat kendilerine derin bir güvensizlik duygusu ve bölgede de belirsizlik ve istikrarsızlık yaratıyor. Türkiye, Rus halkına ve yöneticilerine hakim olan bu güvensizliği değerlendirmeli ve Rusya ve halkının duyduğu endişelerin zaman içinde giderilmesine yardımcı olacak bir politika izleyip izleyemeyeceğini tartışmalıdır. Eğer bunu gerçekleştirebilirse, Rusya’nın komşuları ile arasındaki kutuplaşmayı kısmen önleyebilir ve Rusya’ya komşu eski Sovyetler Birliği ülkelerinin bağımsızlık ve istikrarını teminine katkıda bulunabilir.
Bölgesinde insani, sosyal ve ekonomik zenginlik potansiyeline sahip büyük bir devlet olan Türkiye, Kuzeyindeki bölgelerde gelişen bu yeni tehditlerle baş edebilmeyi, devletler hukuku, uluslararası ikili ve çok taraflı kuruluşlar ve bölge devletleriyle barış ve işbirliği ilişkilerinden yararlanarak karşılıklı güven temelinde gerçekleştirebilir. Tabi ki Türkiye bunun için önce, başta kendi içindeki kutuplaşmalara son vermeli, iç barışını yeniden kurarak siyasi, ekonomik, sosyal ve insani sorunlarını çözebilmelidir. Bunun yolu, kadın erkek eşitliği temelinde, laik, demokratik ve sosyal devlet olma idealini gerçek hayatta kuvveden fiile çıkarabilmekten geçiyor. O zaman uluslararası toplumun güvenilir ve saygın bir üyesi olarak bölgesinde yeniden barış, istikrar ve refahın mihenk taşı olma idealini sürdürebilir.