11-16 Haziran 2021 tarihleri arasında Avrupa’da yoğun bir diplomasi trafiği yaşanacak. Gözler ABD Başkanı Biden’ın ilk Avrupa turnesinde vereceği mesajlara şimdiden çevrilmiş durumda. Biden’ın sırasıyla G-7, NATO ve AB platformlarında, ayrıca belli başlı ikili temaslarında öne çıkaracağı vurgular, Zirvelerde alınacak kararlar uzun süre analiz konusu olacak. Bu arada Biden-Putin Zirvesi de dikkatleri toplayacak. ABD-AB Zirvesinin Transatlantik İlişkilere sağlayabileceği yeni ivme Putin görüşmesi öncesinde anlamlı bir adım oluşturacağa benzer.
Türkiye ise hem NATO Zirvesi ayağında hem Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Biden ile ikili görüşmesi boyutunda bu yoğun haftanın içinde belirli bir yer tutacak. Transatlantik gündemin hem öznesi hem nesnesi olma özelliğimizle Türkiye’ye geniş bir coğrafyada geleneksel olarak kilit bir rol düşüyor. Dikkatler Türkiye üzerinden eksik kalmıyor.
ABD ve AB penceresinden bakıldığında esasen küresel diplomasinin halihazır dengelerinde Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti’ne yönelik politikaların öne çıktığı görülmekte. Küresel sınamaların öncelikli gündem maddeleri ise az çok belirgin: Covid-19 salgını karşısında global düzeyde atılması gereken ve ağırlıklı olarak sağlık politikaları, dayanışma boyutu, ekonomik destek, sosyal politikalara ilişkin tartışmalar; iklim değişikliği ve küresel düzeyde güç kazanması önem taşıyan acil adımlar, hibrit tehditlerle mücadele gibi başlıklar.
Türkiye’nin gündemi ve dışarıdan bakıldığında algı böylesi dinamik ve değişimlere gebe bir uluslararası ortamda mesajlarımızın istenilen etkiyi yaratmasına elverişli gözükmüyor. Biriken sınamalar inandırıcılık yolunu da engebelerle kaplamış durumda.
AB içi tartışmalar nedeniyle hazırlıkları uzun süren Avrupa’nın Geleceği Konferansı’nın Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Strazburg’da Avrupa Parlamentosunda 9 Mayıs Avrupa Günü vesilesiyle yaptığı konuşmayla başladığı bir süreçte Türkiye’nin sesini duyurması ve kıtamızın geleceğine yönelik tartışmalara anlamlı bir katkı sunmasının önemi ortada.
Türkiye birden çok boyutta düşüncelerini, 'Avrupa Projesi'ne bakışını, kendi konumunun ve çizgisinin özelliklerini ve hedeflerini Avrupa’nın Geleceği Konferansı’na bir şekilde taşıyabilmeli.
Konferansa ne Türkiye ne diğer aday ülkeler davetli. Durum 2001’deki Avrupa Konvansiyonu sürecinden çok farklı. Kimse bizden görüş beklemiyor. AB etrafında Avrupa’nın Geleceği boyutunda kendi aile tanımına da almıyor. Türkiye ile AB arasında yalnızca makas açılmakla kalmadı, işbirliğine neredeyse koşullu bakan ve mesafeli duruşu esas alan bir bakış açısı yerleşik bir nitelik kazandı. Tabiri caizse biz ne söylesek olmuyor, AB ne söylese sorun yaratıyor. ABD’nin Türkiye-AB ilişkilerine geleneksel desteğine dönüşün zemini ise uğraş istiyor. Hem Türkiye hem ABD açısından.
Soru, ne yapılmalı? Yanıt hem geçmiş deneyimlerimiz hem yeni yapılabilecek saptamalar ışığında aranmalı.
Klasik öneri şablonları, mevcut gündemin başlıklarında işbirliği alanlarının sıralanması, önemimizin vurgulanması ya da “pozitif gündem” kolaylığı yanıt teşkil etmiyor.
Cumhuriyetimizin yüzüncü yılına uzanan bir zaman dilimi içinde Türkiye’nin Avrupa Bütünleşme Projesine bakışını ve duruşunu, stratejisini ve somut adımlarını bütüncül bir kavramsal çerçeveye yerleştirmek önem taşıyor.
İnandırıcılığı tartışılmayacak, güvenilirliği tartılmayacak, samimiyeti sınanmayacak, elit kesiminmiş gibi algılanmayacak, toplumsal tabanı ve sivil toplum desteği olacak, siyasi yelpazede farklı görüşlerden kırılganlık değil güç kazanacak bir politika gerekiyor. Avrupa Bütünleşmesi Projesine kritik bir coğrafyada ivme kazandıracak, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygıyı esas alacak, gönüllü iradeyi Avrupa Bütünleşmesinin itici gücü olarak benimseyecek, güç arayışını ortak paydaya yerleştirecek bir anlayış.
Etkin çok taraflılığı özümseyen, insanlığın karşı karşıya kaldığı sınamalara ortak yanıt çabasında olan, birlikteliğin gücünün bilincini taşıyan, halka yakın durabilen, diyalogu korkuları beslemeden kuran, her sorunun yanıtına sahip olduğunu değil, soruların yanıtlarının ortak akılda olduğunu gören bir bakış.
Türkiye’nin AB ile inişli çıkışlı yolunda, 1963 Ankara Antlaşması; 1987 Tam Üyelik başvurumuz; 1996 Gümrük Birliği Kararı; 1999 Adaylığımızın Resmen Kabulü; 2004 Müzakerelere Başlama Kararı; 2005 Müzakerelerin başlaması gibi, hatta bazı yönleriyle daha yakın zamanda görülen önemli dönüm noktaları oldu. Bugün vardığımız aşama, Avrupa idealinin gündemimizdeki öncelikli yerinin azalmış olmasına rağmen, küçümsenecek bir sonuç değil. Bu saptama aslında Türkiye AB ilişkilerinin kendine has bir dinamiği olduğunu düşündürmekte. 2023’e yaklaşırken Türkiye, Avrupa Bütünleşme Projesi'nin aktörü konumuna yeniden kavuşabilecek ve sürece hem süreklilik hem ivme kazandıracak bir vizyon ortaya koyabilmeli.
Vizyon ve pragmatizmi bağdaştırmalı. Avrupa Projesi'ne bakışını Türkiye Projesi olarak yansıtabilmeli. Bunu başarabilecek insan gücümüz var. Atılması gereken adım çalışmaya hemen başlamak. Tartışmayı ve görüşleri özgüvenle başlatmak.