İşte bunlardan biri de yapay kan yapmak. Kanın fonksiyonlarını yerine getirecek bir sıvı, henüz başarılamadığı için de Kızılay düzenli aralıklarla insanları kan bağışlamaya davet ediyor.
Kanın en önemli fonksiyonlarından biri de dokulara oksijen taşımaktır. Bunu da hemoglobin molekülleri ile sağlar. Kana benzer sıvılar üretilmesine yönelik çalışmalarda oksijen taşıma özelliği, kısmen de olsa, başarıldı. Başarıldı ama kullanıma geçemedi.
Kan sadece oksijen taşımıyor ki: Kanda kanamayı durduran, bağışıklığı sağlayan hücreler, pıhtılaşmayı sağlayan proteinler başta olmak üzere birçok mekanizma mevcut. Kanın besin iletme özelliği de cabası. Günümüzde çalışmalar sadece kanın oksijen ve karbondioksit taşıma görevini sağlayabilecek sıvılar üzerinde yürütülüyor.
Bir erişkinde yaklaşık beş litre kan bulunur. Kan bağışında bulunanlardan bir seferde 400-500 ml kan alınır ki bu yaklaşık yüzde 10 demektir. Sağlıklı bir insanda vücut, hafif tansiyon düşmesi ile bunu rahatça tolere eder. Ancak, aç karnına kan verenlerin ve kanı verdikten sonra kahramanca hemen ayağa kalkan bağışçıların tansiyon düşmesine bağlı baygınlık geçirmeleri de çok ender değildir.
Damar yolu ile kan ve sıvıların verilebilmesi için kan dolaşımının anlaşılması gerekiyordu ve bunu sağlayan kişi de 1628 yılında William Harvey oldu. 1659 yılında ise Cristopher Wren tarafından enjektörün bulunması damar yolunun tedavi amacı ile kullanılmasının yolunu açmış oldu. Hemen arkasından da İngiltere ve Fransa'da hayvanlar arası kan trasfüzyonu çalışmaları başlatılmış. Hayvanlar arasında ilk başarılı kan naklinin gerçekleştirilmesi onuru ise 1666 yılında Richard Lower'a nasip olmuş.
Heyecanlı gelişmeler bundan sonra olmuş: 1667 yılında Baptice Denis bir kuzudan aldığı kanı yüksek ateşi olan hastaya vermiş ve hasta iyileşmiş. Denis başarılı bir nakil daha gerçekleştirdikten sonra üçüncü hastası transfüzyondan kısa bir süre sonra, dördüncü hastası ise nakil sırasında hayatını kaybetmiş. Son hastanın eşi Denis'i cinayetle suçlayınca hekim kendini mahkemede bulmuş ve mahkeme Denis'in kan transfüzyonunu yapmasını yasaklamış. Hemen arkasından kan transfüzyonu Fransa ve İngiltere'de de yasaklanmış. Katolik Kilisesi geri durur mu, onlar da yasaklamış.
Yirminci yüzyılın başlarına kadar da kimse tekrar denemeye cesaret edememiş gibi görünüyor. Ancak 1901 yılında Karl Landsteiner kan gruplarını tariflediğinde yeniden gündeme gelebilmiş. Farklı kan grubundaki kanın verilmesi ölümle sonuçlanabiliyor ama Denis'in hastalarının bu nedenle mi öldüğünü elbette bilemeyiz. Landsteiner'in buluşu kendisine bir de Nobel ödülü kazandırdı.
Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre dünya üzerinde her iki saniyede bir kişi kan nakline gereksinim duyuyor. Dünyada bir yılda vericilerden alınan kan 100 milyon ünitenin üzerinde ama yetmiyor.
1980'li yıllarda hepatit ve AIDS gibi hastalıkların kan nakli ile bulaşabildiği anlaşılınca yapay kan arayışları hızlanmıştı. Yapay kan, eğer gerçekleşebilirse, kan gruplarına bağlı olmamalı, virüs ve bakterilerden arınmış olmalı ve en önemlisi de, uzun süre saklanabilir olmalı. Günümüzde alınan kan 30-40 günlük bir süreden sonra kullanılamaz hale geliyor.
Hollywood filmlerinde bilim kurgu olarak adlandırılan yapımların zaman içinde gerçekleştiğini görüyoruz. Yıllar önce James Bond kolundaki saate direktifler verdiğinde inanılır gibi gelmemişti, oysa şimdi basit bir olay haline geldi. Bir başka filmde ise bilim insanlarını küçültüp damara enjekte ederek tıkalı olan damarı açmaya göndermişlerdi. Bir gün gerçekleşirse şaşırmam!
Yapay kan da eminim bir gün gerçekleşecektir. Bunların olması için önce hayal etmek gerekiyor. Yaşadığımız ortamda ise ileriye umutla bakmak gün geçtikçe zorlaşıyor. Hayal gücümüzün yok olmasına izin vermemeliyiz.