Uzman olarak zorunlu hizmetimi artık var olmayan SSK hastanelerinden birinde yaparken gecenin ilerleyen saatlerinde, o saatte hastaneye gelmeyi gerektirmeyecek şikayetlerle başvuran hasta sayısının hiç de az olmadığı dikkatimi çekmişti. Biraz deneyim kazanıp durumu anlayınca bu kişilerin önemli bir kısmının çalıştığı fabrikanın gece vardiyasından kaytarabilmek için bir hastalık uydurup hastaneye sevk almayı başaranlar olduğunu gördüm. Ancak, o dönemde işe geri dönebilmeleri için sağlıklı olduklarını belirten ve hastaneye geldiklerini kanıtlayan bir "iş başı kağıdı" alma zorunluluğu vardı. Bu nedenle de hastaneye geldiklerinde hiçbir hastalığa benzemeyen şikayetler beyan ederlerdi. Daha cüretkar olanlar istirahat raporu da almaya çalışırlardı. Bazıları ise daha dürüst davranarak canının bir çorba çektiğini açıkça söyler ve kağıdını imzalatmaya gelirdi. Bu "yalan" kimselere ters gelmiyor, yanlış bir iş yapıldığı duygusu yaratmıyordu. Üstelik, hiçbir işe yaramayan işyerine şikayet dışında bir yaptırım veya ceza da yoktu.
Doktorlar birçok konuda rapor vermeye yetkilidir ama genelde en sık talep edilen ve sorunlu olanlar istirahat raporlarıdır. Rapor verme yetkisi olan hekimlerden bazen sadece "izin yapmak" amacı ile bazen de idari bir sorun yaşandığında rapor istenir. İlginç olan, hekim karşı çıktığında neden böyle davrandığının anlaşılamamasıdır. Hatta zaman zaman rapor vermeyen hekime şiddet uygulandığına da şahit oluyoruz.
Basında hakkında soruşturma açılan genel müdür veya valinin rapor alarak izne ayrıldığı sıklıkla yer almakta ve doğal karşılanmaktadır. Bu raporun, eğer ağır depresyon veya benzeri bir gerekçe ile verilmemişse, sahte bir rapor olduğu açıkça ortadadır.
Okullarımızda öğrenciler izin verilen devamsızlık sürelerini aştıklarında okul idareleri öğrencilerden doktor raporu istemektedir. Herkesin bildiği gibi bu raporlar gerçek hastalık raporları olmayıp "sosyal nedenler" ile verilmektedir. Hekimler ve aileler bu işlemde bir çıkar olmaması nedeniyle olaya olumsuz bir gözle bakmadıklarından bu uygulama halen sürmektedir. Hatta daha da ileri gidilerek rapor vermeyi reddeden hekimlerin davranışı "tuhaf ve anlaşılmaz" görülebilmektedir.
Bu uygulama hekimleri ve rapor alan öğrenci ailelerini yasa karşısında suçlu duruma düşürmektedir. Türk Ceza Kanunu böyle bir durumda rapor veren hekimi ve kullanan aileyi hapis cezası ile cezalandırmaktadır. TTB Soruşturma ve Yargılama yönetmeliği gerçeğe uymayan rapor verme işleminin geçici olarak meslekten men cezası ile cezalandırılmasını öngörmektedir. Tıbbi Deontoloji Tüzüğü de sahte rapor vermeyi yasaklar.
Türk Ceza Kanununda "Resmi Belgede Sahtecilik" ve "Özel Belgede Sahtecilik" başlığı altında düzenlemeler bulunmakta ve "Bir belgeyi sahte olarak düzenleyen veya gerçek bir belgeyi başkalarını aldatacak şekilde değiştiren ve kullanan kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bir sahte belgeyi bu özelliğini bilerek kullanan kişi de yukarıdaki fıkra hükmüne göre cezalandırılır" denmektedir.
Bu uygulamanın en sorunlu tarafı ise çocuklarımıza vermiş olduğumuz yanlış mesajda yatar. Henüz yetişmesini tamamlamamış çocuklarımız "sahte rapor" alma işleminin gerektiğinde olabildiğini bizzat görmekte ve etik/hukuksal olmayan yollarla bazı sorunların çözülebildiğini fark etmektedirler. Burada her ne kadar "kötü niyet" gözükmemekte ise de gerçek hayatta bu "niyet" sınırını çizmek kişilere bağlı kalmaktadır. Maalesef doktorlar da bu olayda yer almak zorunda bırakılmaktadır.
Hekimler de dahil olmak üzere, bu yazıyı okuyan birçok kişi "Amaan bu da sorun mu şimdi?" yorumunu yapacaktır. Sahte diplomalarla devlet kademelerinde yükselenler garipsenmiyorsa, yolsuzluklar kitleler tarafından benimsenmişse, devletin resmi kurumlarının sağlık ve ekonomi verilerini çarpıtarak verdiğini herkes biliyorsa ve ses çıkarmıyorsa bu sorun "devede kulak" bile olmaz diye düşünenlere katılamıyorum. Her yozlaşma böyle başlamıyor mu?
Takiyye "dinî, manevi veya dünyevi zararları önlemek için kişinin muhalifler karşısında imanını veya inancını gizlemesi" olarak tanımlanmış. Aslında takiyye gerçeği ustaca gizleme sanatı. Türk Dil Kurumu anlamlarının arasına "olduğundan farklı görünme" tanımını da eklemiş. Ne var ki, günümüz uygulamalarında belli bir amaç uğruna yalan söylemenin kabul edilebilir olduğu noktasına gelmiş görünüyoruz. Günlük Koronavirüs verilerini saklayanlar da böyle düşünüyor olmalı.
Toplum olarak hiçbir dönemde çok dürüst olduğumuzu söyleyemeyeceğim. Ancak, hiçbir zaman diliminde etik ve ahlaki değerlerden bu kadar uzaklaşmış olduğumuz da görülmemiştir zannederim. Çocukken yalan söylediğimizde ağzımıza acı biber sürüleceği söylenirdi ve çekinirdik. Uygulamaya geçsek politikacıların durumu ne olurdu acaba? İşe yarar mı?