George Floyd, 25 Mayıs 2020'de Minneapolis, Minnesota'da bir polis memuru tarafından öldürüldü. Kelepçeli şekilde yüzüstü yere yatırıldı, "nefes alamıyorum" sözlerine kulak asmadan, dakikalarca boğazına basıldı ve sonunda soluğu tamamen kesildi. Bu kan donduran olayın akabinde, önce Amerika Birleşik Devletleri'nde ardından da Birleşik Krallık'ta polis şiddetine yönelik başlayan "Black Lives Matter" protestoları çok kısa sürede global bir harekete dönüştü. "Black Lives Matter", siyahilere yönelik, kolonyalizmin başından bu yana süregelen ve hâlâ tam olarak sona eremeyen "ikinci sınıf insan" algısına karşı bir çığlıktı.
Birleşik Krallık'ta da yoğun olarak devam eden protestolar esnasında, Bristol'da köle taciri Edward Colston'ın 1895'de dikilen dört metrelik heykeli, 7 Haziran günü protestocular tarafından sökülerek nehre atıldı. Colston, gemileriyle 17. yüzyılın ikinci yarısında Afrika'dan Amerika'ya 80 binden fazla köle taşımıştı. Yerinden sökülen heykelin nehre atılmasının nedeni ise, Colston'ın ve onun gibilerin, köleleri taşıdıkları gemilerde zaman zaman çeşitli nedenlerle sigortadan para alabilmek adına ticari mal olarak gösterilen köleleri gemilerden okyanusa ya da denize atıyor olmaları gerçeği. Bu konuya sanat tarihsel bir perspektifle baktığımızda da, William Turner'ın "The Slave Ship" (Köle Gemisi) adlı eseriyle karşılaşırız. "The Slave Ship", 1781 tarihli Zong katliamını, yani Jamaika açıklarında köle gemisi Zong'dan prangalı şekilde okyanusa atılan 133 köleyi resmeder. Gemiden atılmış, fırtınalı okyanusta dalgaların arasında çırpınan prangalı uzuvlar, yaşanan felaketin nişaneleri gibi izleyiciye bakar. Minnesotalı George Floyd gibi, onlar da soluksuz kalıp ölmüşlerdir. Turner 1840 tarihli "Slave Ship"i, Thomas Clarkson'ın "The History and Abolition of the Slave Trade" adlı kitabını okumasının ardından yapmış. Yukarıda da değindiğim gibi, Afrikalıları köle gemilerinden canlı canlı denize atmak ne yazık ki sadece Zong Katliamı'yla da sınırlı, münferit bir durum değildi. Bu korkunç eylem, Atlantik köle ticareti süreci boyunca defaatle tekrarlamış, neredeyse gelenekselleşmiş bir hadise... Dolayısıyla Bristol'de yaşananlar, yani bir köle tüccarının kamusal alana dikilmiş heykelinin önce yerinden sökülüp ardından da nehre atılması, "Black Lives Matter" hareketi için tam bir "pictorial turn" (Türkçe'de "resimsel dönemeç" olarak kullanılan bu terim için ben "görsel dönemeç"in daha uygun olduğunu düşünüyorum) örneği oldu.
Kamusal mekanlarda yer alan kolonyalist heykellerinin kaldırılmasına yönelik ilk girişimler aslında 2015 yılında başlamıştı. Güney Afrika'da, Cape Town Üniversitesi'ndeki Cecil Rhodes heykelinin kaldırılması talebiyle başlayan "Rhodes Must Fall" adlı protesto hareketi, Güney Afrika'daki tüm eğitim kurumlarını sömürgeciliğin izlerinden temizleyerek dekolonize etmeyi hedefliyordu. Ve de Mart 2015'de başlayan protestolardan bir ay sonra, Nisan ayında Rhodes'un heykeli üniversite konseyinin kararıyla kaldırılmıştı. Hareket çok kısa sürede "All Must Fall" (Hepsi İndirilmeli) adını alarak farklı ülkelerde, özellikle de üniversite kampüslerinde yer alan sömürgeci ve köle tüccarlarının heykellerinin kaldırılmasını isteyen bir sivil ağa dönüştü. Bu ağ içinde en çok ses getirenlerden biri de, Oxford Üniversitesi bünyesindeki Oriel Koleji'nde öğrencilerin Rhodes'un kampüs içerisinde yer alan heykelinin kaldırılması istemiyle başlattıkları imza kampanyaları ve barışçıl protestolar oldu. Öğrencilerin isteği sadece heykelin kaldırılması değil, ağırlıkla temizlik ve güvenlik birimlerinde istihdam edilen ve kısaca BAME olarak adlandırılan siyahilerin, Asyalıların ve etnik azınlıkların (black, Asian and minority ethnic) akademik pozisyonlarda da yer alması, kısacası yine "üniversitenin dekolonize edilmesi"ydi. Heykelin kaldırılıp kaldırılmayacağı tartışılırken, kentin en önemli müzelerinden Victoria ve Albert Müzesi'nin eski direktörü Sir Roy Strong müdahil olarak "Tarihi bu şekilde yeniden yazmaya kalkarsanız ortada hiçbir heykel ya da tarihi mekan kalmaması gerekir. Geçmiş geçmiştir. Tarihi yeniden yazamazsınız." şeklinde bir açıklama yapmıştı.
"All Must Fall" hareketi, Floyd cinayetinden bu yana daha da aktif bir biçimde sömürgeci heykellerin indirilmesi için çalışıyor. Colston ile başlayan süreç, Oriel Koleji'ndeki Rhodes heykelinin indirilmesi talebini de yeniden gündeme getirdi. Ayrıca, pek çok Avrupa kentinde Winston Churchill ve Kral II. Leopold'un heykelleriyle ilgili aynı talep gündemde. Amerika Birleşik Devletleri'nde de aynı talep Kristof Kolomb ve Theodore Roosevelt için geçerli. ABD'nin farklı eyaletlerindeki George Washington heykellerinin tahrip edildiğini, Churchill'in Westminster'daki heykelinin ise özel bir kaplamayla korumaya alındığını biliyoruz.
Tüm bu yaşananların da tekrar gösterdiği üzere; kültür -ve tabii ki görsel kültür- politiktir ve kamusal heykeller de bundan bağımsız değildir. Özellikle heykel kültürü daha aktif olan Batı'da, sömürgeci figürlerin heykellerinin günümüzde hâlâ kamusal alanlarda yer alması, bugün sömürgeciliği ve mirasını reddeden her devletin ve kurumun adım atması gereken bir nokta. Tarihle hesaplaşmak isteniyorsa, söz konusu tarihi yaratan kültürün öğeleri de bu hesaplaşmanın bir parçası olarak değişmek durumundadır. Örneğin, yeterli olup olmadığı tabii ki tartışılabilir ama Bristol Belediyesi'nin atıldığı nehirden çıkardıkları heykeli eski yerine yerleştirmektense bir müzede sergileyeceklerini; boş kalan kaideyeyse, Colston ve diğerlerinin köleleştirdiği insanların anısına bir yazı koyma önerisi getirdiğini biliyoruz. Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nin girişinde bulunan Theodore Roosevelt heykelinin de geçtiğimiz günlerde müze yönetimi tarafından kaldırılacağının açıklanması yine bu çerçevede atılan adımlardan biri. Amerika Birleşik Devletleri'nde aktif olan azınlık hakları savunucusu oluşum "Decolonize This Place" (Bu Mekanı Dekolonize Et), bu hamlenin yeterli olmadığını söyleyerek müze yönetiminin halihazırda sergilenmekte olan insan kalıntılarını ve kutsal nesneleri ait oldukları halklara iade etmesini talep etti. Konunun kültürle bağlantısının salt kamusal heykeller olmadığı muhakkak. Bu yüzden de Avrupa ve Amerika'da yer alan müzeler ve sanat kurumları da üniversiteler gibi gerek sergileme üslup ve yöntemlerinde gerekse istihdam politikalarında bir düzenlemeye gitmesi bekleniyor.
Bristol'daki Colston heykelini nehre atma eylemine ve "pictorial turn" kavramına geri dönelim; zira birebir Colston'a ait bir köle gemisi olmasa da, tema olarak onunkilerden farksız şekilde denize / okyanusa canlı insanların atıldığı bir olay olarak tarihe geçen Zong Katliamı'nı resmeden Turner'ın tuvalinde, okyanusta çırpınırken gördüğümüz köle bedenlerine, siyahilerin bugün hâlâ sokak ortasında vahşice öldürülebilmesini de eklediğimizde, tüm sömürgeciliğin ve köle tacirlerinin gıyabında Colston'ın heykelinin Bristol'da nehre atılması, tarihin kilit görsel anlarından biriydi. "Pictorial turn"e değinmişken, W. J. T. Mitchell'a da uğramak gerekiyor tabii ki. Düşünür, 1990 tarihli "The Violence of Public Art: Do the Right Thing" başlıklı makalesinde "Şiddet, bir şekilde kamusal sanat eserinin içine ‘kodlanmış' olabilir." diyerek kamusal heykellerin şiddetle olan ilişkisini açıklar. W. J. T. Mitchell, bu durumu farklı başlıklarda incelerken, kamusal sanat eserlerinin, yani heykellerin ve anıtların figüratif olarak şiddet içermeseler de, kendiliğinden şiddetin "temsili" olarak var olmaları durumuna değinir. Sömürgeci figürlerin ve köle tacirlerinin heykellerini hedef alan "All Must Fall" hareketinin de, şiddeti temsil eden bu heykellerin görsel kültürün parçaları olmaya devam etmemesine yönelik çabalarıyla günümüz için çok önemli bir değişimin tetikleyicisi olduğunu söylemeliyiz.
Her ne kadar bu heykellerin yerlerinde kalmaları sağlanarak da yaşanan olayların daha objektif bir şekilde yeniden değerlendirilmesinin ve tarihle bir nevi hesaplaşmanın mümkün olduğunu savunanlar olsa da, katmanlar anlam ekler. Ve Colston'ın, Bristol'daki heykelinin yerli yerinde durmasındansa, sökülerek nehre atılmasının ardından nehirden çıkartılarak bir müzede sergilenmesiyle eklenen katman, eseri alıp bir başka şeye dönüştürmüştür. Dolayısıyla Sir Roy Strong'ın ve onunla hemfikir olan pek çoklarının "Tarihi yeniden yazamazsınız" tezine geri dönerek şunu söyleyebiliriz: Evet, tarihi yeniden yazamazsınız; ancak tarihi yazmaya, ona yeni katmanlar eklemeye devam edebilirsiniz... Kuşkusuz resmi makamların heykeli Bristol'daki müzede nasıl bir konjonktürde sergileyeceği de henüz bilinmiyor; ancak tüm bunlardan azade olarak, sergileme şartları ve metni her ne olursa olsun kesin olan bir şey var ki, bu heykel artık hiçbir otoritenin onayına gerek duymayacak şekilde, sömürgecilik karşıtı bir anıta dönüşmüştür.