Düz olan her şey yalan söyler. Her hakikat eğridir, zamanın kendisiyse bir döngüdür.Friedrich Nietzsche
Hüseyin Çağlayan’ın Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki solo sergisi Souffleur’ü gezerken aklımda bir yandan da 2003 yılında, o zaman Beyoğlu, Mısır Apartmanı’nda olan Galerist’teki solo sergisi Echoforms’u izleyişim dönüyordu. Zamanın lineerliğine dair hep sahip olduğum şüpheli soru işaretlerimle birlikte Souffleur hem başlı başına bir külliyat hem de yakından takip ettiğim bir sanatçının aradan geçen sürede pratiğinin yolculuğuna tanık olmaya dair, çoğu insan için anlaması zor bir güzel hisler bütünü oldu benim için.
Aslına bakarsanız Çağlayan’la ilk tanışmam daha da geriye, 2001 yılında gerçekleşen 7. İstanbul Bienali’ne uzanıyor. Aya İrini'de sergilenen olağanüstü Airplane Dress / Uçak Elbise, üniversite birinci sınıf öğrencisi Özge’nin çağdaş sanata ve multidisipliner yaklaşıma dair kurduğu güçlü bağlardan biriydi.
Hüseyin Çağlayan söz konusu olduğunda multidisiplinerliğin üzerinde özellikle duruyorum. Moda tasarımcısı ve sanatçı olarak üretimlerde bulunan Çağlayan, pratiğinde bu iki ana alan içinde de yan yollara sapmaktan, farklı medyumlar kullanmaktan, yeni malzemeler, teknikler ve yeni ifade biçimleri denemekten, farklı disiplinlerin öncü isimleriyle işbirlikleri yapmaktan hiçbir zaman kaçınmamıştır. Bunu yaparken ana izleği çoğu zaman kişisel olan olmuştur. Çağlayan’ın çalışmaları, kişisel tarihin yaratıcılıkla buluşmasıyla ortaya çıkabileceklere dair zengin projeksiyonlar içerir. Ben de özellikle bu sebeple, sanatçının çalışmalarını çoğu dersimde öğrencilerime örnek olarak gösteririm. Özellikle, After Words başlıklı, Sonbahar / Kış 2000 koleksiyonunun efsanevi defilesi, bir sanatçının kendi köklerinden yola çıkarak çalışmalarını şekillendirmesine dair son derece önemli bir örnektir. Hüseyin Çağlayan, kişisel olan politiktir sözünün doğruluğunun ispatı niteliğinde bir iş çıkarmıştır After Words ile.
Pek tabii ki Çağlayan’ın başarıları bunlarla sınırlı değil. Çağlayan, gerek moda ve tasarım gerekse güncel sanat alanlarında nev-i şahsına münhasır dilini muhafaza etmekle birlikte, bir tür perpetuum mobile (bitimsiz devinim / sürekli hareket) içerisinde başkalaşarak yol alışını her daim sürdürür. Perpetuum mobile, Çağlayan’ın pratiğine dair uzun süredir üzerine düşündüğüm bir kavram. Kendisinin de, yaratıcı sürecinde her bir işin bir sonrakinin yolunu açtığını ve tüm yapıtlarının birbirleriyle bağlantılı olduğunu düşündüğünü öğrenmemle, bu analoji iyice yerine oturmuş oldu benim için.
Souffleur’e dönecek olursak; Eylül’de açılan ve bitmesine çok az bir süre kalan sergi, sanatçının beden ve modern antropolojiye odaklanan; üç eser serisini ve bir video enstalasyonunu barındırıyor. Eserler, tanıtım metninde şöyle tarif edilmiş: “Sunulan üç eser serisi; popüler kültürde sıkça rastlanan ve eleştirilen "özenme" kavramından esinlenen Pre-tension (2022) (Özenme); günden güne artan "dijital soyutlanmayı" protesto eden Fake Celebrations (2022) (Sahte Kutlamalar); ve tarihte Batı tarafından sömürgeleştirilmiş etnik grupların dans ve bedensel hareketlerini konu alan Post-Colonial Body'den (2022) (Sömürgecilik Sonrası Beden), oluşuyor. Hüseyin Çağlayan'a göre enstalasyonlarda yer alan her obje, bahsedilen konularda boşlukları doldurarak "suflör" görevi görüyor. Hüseyin Çağlayan tarafından tasarlanıp yönetilen Gravity Fatigue (Yerçekimi Yorgunluğu) adlı performansın filmi ise, sanatçının ilgi alanları olan kimlik, bedensizlik, göç ve metamorfoz gibi birçok konuyu içeriyor.”
Çağlayan’n SSM’nin alt kat galerisine yayılmış olan sergisi Souffleur’de ilk karşılaştığımız çalışma Fake Celebrations. Eser, duvarda asılı olan katmanların üzerine projekte edilen videoyla hareketlenmesi ve dahası bazı eserlerde malzemenin duvardan taşarak yere saçılmasıyla, üzerinde durduğu “dijital soyutlama” kavramıyla olduğu kadar, formal anlamda uzama yayılımı ve çok boyutluluğuyla da öne çıkıyor benim için. Pre-tension ise, 1980’li yılların sonunda, 1960’lı yılların Harlem danslarından referans alarak başlayan Voguing dansına ve kültürüne atıfta bulunan bir çalışma. “Mış gibi yapma” olarak da Türkçeleştirebileceğimiz tabir, yerleştirmede yer alan maskelerin sürekli değişen ışık ve renk koşullarında büründüğü farklı fiziksel realiteleri izleyiciye sunuyor. Çağlayan, bu çalışmasında “mış gibi yapma”nın ya da özenmenin insani yanına vurgu yaparak, özenmeyi alışıldık olumsuz etiketlerinin aksine olumlu bir tavır olarak yorumlamış.
Sergilerde “yıldız” iş belirleme ya da çalışmalar arasında hiyerarşi oluşturmaya dair bir yaklaşımdan uzak durmaya çalışmışımdır her zaman. Yine de, sanatçının yaklaşımına dair bir tür gizli bilgi de içerdiğinden belki, Post-Colonial Body’nin Souffleur’ün ana hattını oluşturduğunu söyleyebilirim bu noktada. Post-kolonyalizm son yılların üzerine en çok konuşulan, tartışılan ve üretilen kavramlarından biri şüphesiz. Çağlayan da, pratiğinde bedeni odağa koyan bir sanatçı / tasarımcı olarak, Güney Amerika’nın Avrupa, Japonya’nınsa ABD tarafından kolonize edildiği dönemlere odaklanarak bir dans ve hareket incelemesi yaratmış. Bunu yaparken de perdeyi bir nesne ve hatta belki de bir özne olarak ön plana koymuş. Eser, barındırdığı çivi ve vinil gibi fetiş malzemelerin de yaptığı vurguyla güç ve güçsüzlük kavramlarına ve iktidar ilişkilerine odaklanıyor.
Souffleur’ün benim için en heyecan verici noktalarından bir diğeri de yönetmenliğini ve yaratıcı direktörlüğünü Hüseyin Çağlayan’ın üstlendiği Gravity Fatigue oldu. Eserin 2015 tarihli olmasına rağmen 2022 tarihli diğer işlerle kurduğu bağ ve sergide kapladığı hacim, yazının girişinde bahsettiğim zamanın lineer olmama, hatta döngüsel olma konusuna dair önemli bir im niteliğinde. Gravity Fatigue, Çağlayan’ın ilk sahne çalışması. Moda tasarımı, çağdaş dans ve performans alanlarının bir araya geldiği eser ilk kez Londra’daki Sadler’s Wells’de sahnelenmiş. Sadler’s Wells, aynı zamanda sanatçının 2000 yılında efsanevi After Words’ü Londra Moda Haftası kapsamında sunduğu mekan. Damien Jalet’nin koreografisi, Çağlayan’ın kostümleri ve yaratıcılığıyla birleşince ortaya çıkan zamansız iş, izleyicisine beden, giysiler, kimlik, göç ve aidiyet kavramlarına dair sayısız an, düşünce ve his sunuyor.
Hüseyin Çağlayan’ın uzun süre sonra İstanbul’da gerçekleştirdiği ilk sergi olan Souffleur, onun bütünsel sanat üretiminin bir kesiti gibi adeta. Lefkoşa, Londra, İstanbul, dün, bugün, yarın, defileler, sergiler, sahne, markalar, müzeler, kumaşlar, analog ve dijital… Ve tüm bunların arasında durmaksızın devinimde olan bir pratik. Hüseyin Çağlayan, zamanlar, mekanlar ve kimlikler üstü pratiğinde bir “perpetuum mobile” haliyle yol alırken Souffleur, bu harekete izleyicinin tanıklığını katan bir arayüz oluyor. Ve Çağlayan, bu arayüzle tüm denk gelişleri, karşılaşmaları ve ortak fikirleri bünyesine katıp sonsuz devinimine devam ediyor.
Özge Yılmaz kimdir? Özge Yılmaz, İstanbul'da yaşayan sanat eleştirmeni, küratör ve akademisyen. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Sinema-TV Bölümü'nden lisans, Işık Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sanat Kuramı ve Eleştiri Programı'ndan yüksek lisans derecelerini aldı. Sanat yazarlığı ve eleştirmenliği kariyerinde yurt içi ve dışında farklı yayınlara katkıda bulundu. Yılmaz, SALT Araştırma ve Programlar bünyesinde programlar ekibinde yer aldı, İstanbul Art News’da editörlük, Art Unlimited’da yazı işleri müdürlüğü görevlerini üstlendi. Özge Yılmaz, 2020 yılından bu yana bağımsız yazar olarak T24’te çağdaş sanat odaklı köşe yazıları yazıyor. 2017 yılından bu yanaysa İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde sanat teorisi, sanat tarihi ve sanat felsefesi odaklı dersler veriyor. 2021 yılında, Versus Art Project’te düzenlenen “Fluid Dynamics” başlıklı serginin küratörlüğünü üstlendi. Özge Yılmaz, Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği (AICA) üyesidir. |