Yazımın başlığı için Alain de Button'un "Çalışmanın Üzüntüsü ve Mutlululuğu" isimli kitabından esinlendim. Button kitabında, başlıktaki üzüntü kelimesine daha çok referans verecek biçimde, insanların farklı çalışma pratiklerinden, bunların bireysel ve toplumsal olarak üzerimizde yarattığı etkilerden ve her eserinde olduğu gibi çeşitli psikolojik analizlerden bahseder.
Ben sizlere çalışma biçimlerimizin tasarımından ve çalışma mekanlarımızdan bahsedeceğim; mutlu çalışanlar olmak için mutlu ortamlar gerek.
Sevdiği mesleği seçebilmiş, onun eğitimini alabilmiş; işini hayatı yapma lüksüne erişmiş, bu coğrafya için şanslı olan bireylerden biriyim. Bu sonuca ulaşmamda kendi tercihim dışında dünyaya geldiğim toprak parçası ve eğitim fırsatlarımın ne denli önemli olduğunun farkındayım; diğer bir önemli faktör ise, küçüklüğümden bu yana gelen, aile ve sosyal çevrem tarafından şekilendirildiğini düşündüğüm, çalışma sorumluluğum ve tutkum olmalı: bir tür çalışma duygusu.
Bu duyguyu, ilkokul yıllarımda son dakikalara bıraktığım bir ödevimi yetiştirmek için ter döktüğüm tek bir günde en güçlü biçimde hissettiğimi, şimdi geriye baktığımda iyice net bir şekilde görebiliyorum. Bir yandan kan ter içinde ödevimi yazarken, öğretmenime karşı nasıl da mahçup hissedeceğimi düşünüyor; diğer yandan evden çıkma vaktim geldiği için seslenen annemin tavizsizliği ve kesinliği altında eziliyordum. "O işi yapmanın sırası o zaman değildi. İşler zamanında yapılırdı " diyordu bu otoriter ses. Doğruydu. Sanırım o gün bana yaşam boyu kılavuzluk edecek bir alışkanlık edinmiş oldum: Öğreneceklerimi yerinde öğrenmek, yapacaklarımı zamanında yapmak.
Böylece çalışmak benim için zorla yapılan bir görev değil; yaşamımın içine karıştırabildiğim bir unsur haline geldi; hayat şeklim oldu.
Benim gibi milyonlarca insan var. Benim bir işkolik olduğum düşünülmesin; değilim. Ben yerinde öğrenir, tuhaf zamanlarda düşünür ve kurgular, gerektiği kadar çalışırım. Bir görev bitirilmesi gerekiyorsa zaman ve mekan tanımam, sorumluluk ile bu görevi tamamlamak için ne gerekiyorsa yaparım. Geride bıraktığım yıllar benim de, aynı duyguları paylaşan milyonlarca insan gibi, çalıştığım ofislerin evimden daha çok zaman geçirdiğim mekanlar olmasına sebep oldu. Çalışma ortamı önemlidir ve çağdaş insanın vaz geçilmez derecede önemsemesi gereken bir konudur.
Yaratıcı alanlarda çalışan tasarımcıların, mimarların, modacıların ofis ortamları, diğer çalışma alanlarından söz gelimi bankacılarınkinden farklıdır.
Bu bireyler, kendi işleri yaratıcılık üzerine olduğundan, ofis ortamlarını bir ifade aracı olarak kullanırlar. Bu katılabileceğimiz veya tartışabileceğimiz bir yaklaşım; sonuçta iş iştir ve en iyi biçimde yapılması için çeşitli değerlerin bir arada sağlanması gereklidir. Bu kanı, diğer ofis ortamlarının tasarımında egemendir.
Bugün bildiğimiz anlamdaki ofis mekanları 18. yy.'dan itibaren Amerika ve İngiltere başta olmak üzere büyük bir hız içerisinde evrimleşirken, sadece üretim ortamları makineleşmedi; kapital kendine eş zamanlı olarak süreçlerle, kağıtlarla ve eşyalarla dolu bir bürokrasi ağı da ördü. Bu bürokrasi makinesinin parçaları olan insanlar o gün bugündür, çalışmak, daha çok çalışmak için her sabah ofislere koşuyorlar.
Ofis mekanlarını irdelemek istememdeki sebep, tam da bugünlerde, insanların bir hafta içerisinde ofiste geçirdikleri gün sayısının haftada 5 günden 4 güne inmesinin yararları üzerine çok sayıda makale okumam oldu. Gerek mesai günleri gerekse günlük çalışma saatleri, ülkelere, kültürlere, sektörlere göre değişse de, hepimiz yaygın bir biçimde ortalama haftada 5 gün, günde en az 8 saatimizi ofis ortamlarında geçiriyoruz.
Microsoft firmasının Japonya'daki merkezi, geçtiğimiz yıl yaz aylarında gerçekleştirdiği deneysel bir çalışma süresince, her hafta Cuma günlerini tatil etti ve haftasonuna birleştirdi. Projenin ismi "Work- Life Choice Challenge" idi ve insanların iş ve yaşam dengeleri adına daha yaratıcı çözümler bulmayı hedefliyordu. Bu çalışmanın sonucunda çalışanların verimliliğinin yüzde 40 oranında arttığı tesbit edildi. Bu sonucu takiben, çalışma kültürü yakın mercek altına alınmaya başlandı. İnsanlığın günümüzde hemen her konuda radikal bir biçimde değişen algısı, ne için, nasıl , ne kadar çalıştığımızı da sorguluyor.
Araştırmalar gösteriyor ki, özellikle büyük kentlerde oldukça yoğun geçen mesailer insanların sağlıkları üzerinde olumsuz etkiler yaratmaya başlamış; çalışanların hastalık izinlerine ayrılmasına dair oranlar ciddi biçimde yükselmiş. Kapital ekonomi, verimlilikle yakından ilgili olduğundan bu konu üzerinde hemen araştırmalar, analizler ve iyileştirme çalışmaları yapılmış. Zira sağlık sebebi ile izne çıkan personel hem şirketlerin verimliliğini düşüren, hem de ekonomik bakımdan sağlık harcamalarını arttıran bir faktör.
Bugün ofislerin daha konforlu alanlar haline gelmesinin en önemli sebeplerinden biri aslında bu eğilim; çalışanların daha sağlıklı olmalarını sağlamak ve uzun vadeli bir karlılık elde etmek.
Konforlu dinlenme odaları, sağlıklı yeme içme ortamları, yeşil alanlar, sosyalleşme alanları sunan ofisler bugün için çağdaş ofis mekanı anlayışını oluşturuyor. Ayrıca ofislerde spor alanlarının bulunması, çalışanlar için dönem dönem uygulanan keyif verici ve motivasyon arttırıcı eğitim paketleri de son dönemde karşılaştığımız oldukça yaygın uygulamalar arasında.
Her şey, günde 8 ve daha fazla saati tek bir bina içinde geçiren insanın, bu yapay ortamda hassaslaşan ruhsal ve fiziki sağlığını korumak üzere gelişiyor. Yaygın bir "wellness" kültürü çalışma ortamlarına nüfuz ediyor.
Ofis mekanları her zaman bu kadar duyarlı değildi. İlk ofis binaları, bir makine gibi düşünülmüştü. Çok sayıda insanın bir araya gelerek aynı işi yapması bir ihtiyaçtı. Çalışma kültürü gittikçe mekanikleşmişti. Bu insanları en verimli biçimde tek bir mekana yerleştirmek kaçınılmaz olmuştu.
20. yy.'ın başlarında Taylorizm denilen bir akımda, çalışma odalarından çıkıp; geniş ve tek bir mekanda yan yana dizilen masalarda piyonlar gibi konumlanmış insanların çalıştığı ortamları görüyoruz. Bu akıma ismini veren, endüstriyel verimlilik üzerine çalışmalar yürüten ve açık ofis metodolojisini ortaya atan Frank Taylor isimli bir endüstri mühendisi idi.
Bu yaklaşım sonraları gökdelenlere kadar uzanacak olan çok katlı açık ofis binalarının yapımında etkili oldu. Asansör, teleks, telgraf, telefon gibi iletişim kanalları, ofis mobilyaları ve aydınlatmaları da bu eğilim doğrultusunda tasarlandı ve üretildi. Yanyana masalar artık biraz özel alan yarabilme kaygısı ile bölme duvarlarla çerçeveleniyor, insanlar bu kez de küçük küp odacıkların içine hapis olmuş biçimde çalışıyorlardı. Özellikle kadın çalışanların ihtiyaç duydukları özel alan ve gizlilik ile tüm çalışanları için gerekli olabilecek sessizlik, konsantrasyon sağlayabilme gibi duygusal ve sosyal ihtiyaçlar, bu bölme duvarları ortaya çıkarmıştı.
60'lı yıllara gelindiğinde bireysel haklar ve özgürlüklerin daha çok gündemde yerini almasıyla birlikte bu makine ofislerin içerisinde, aynı alanlarda çalışan insanların gruplaştığı, kümelenmiş ofis planları doğdu. Bu anlayışa, ofis alanı, ofis peyzajı, çalışma platosu gibi isimler takıldı. Bu gruplaşmalar hiyerarşik olarak da yapılabiliyordu. Toplantı, yeme-içme gibi ortak fonksiyonlar için kullanılan ve sıklıkla kantin denilen alanlar tasarlanmaya başlandı. Bu alanlar günümüzde sıkça rastlanan sosyalleşme, dinlenme bölmeleri ile büyük ofis binalarında konumlanan profesyonel restoran ve kafelere kadar uzanan anlayışın temelini oluşturuyordu.
Günümüzde bireyin değerinin artması ile ofis ortamlarında da konfor ve sağlık faktörleri öncelikli sıraya yerleşti. Artık gelişmiş ofislerin neredeyse ev konforuna ulaştığı, yeşil alanlarla ve mükemmele yakın bir klimatizasyon ile donatıldığı, bireysel çalışma ihtiyaçlarına uygun biçimde, tek tek düşünülerek tasarlanan, fonksiyonel ama bir o kadar da duyarlı ortamlar olduklarını görüyoruz. Çalışanlarını düşünmek, lider kurumsal yapılar için bir karlılık hedefinden çok prestij göstergesi, bir reklam konusu aynı zamanda.
Gelişen teknoloji, ofis ortamlarını da olabildiğince akıllı hale getiriyor ve tasarım alanında büyük değişimlere yol açıyor. Artık bulutlarla çalıştığımızdan, ofis binaları kablolardan gittikçe arınıyor.
Binalar kablolardan arınırken, mobilyalar ise daha çok "bağlanıyor".
Akıllı cihazların sıkça ihtiyaç duyduğu elektrik bağlantıları masaların, bekleme ünitelerinin, koltukların içine entegre ediliyor. Ekranlar, makine olmaktan çıkıp, duvar boyalarının veya cam yüzeylerin kendisi haline geliyor.
Teknoloji, bir yandan çalışanları özgürleştiren bir unsur oldu. Akıllı cihazlarla iç içe yaşayan insanlar çalışırken ofis ortamlarına artık gittikçe daha az ihtiyaç duyuyorlar. Bu cihazlar, bizlerin her otamda işimizi yapabilmemizi, iletişim kurabilmemizi, görevlerimizi yönetebilmemizi sağlıyor. Bu gelişim, ofislerin sadece gerekli olunan fonksiyonlar için bir araya gelinen ortamlar olmasını sağlıyor. Co-working space olarak tanımlalan, ve farklı çalışanların bir araya gelerek, ortak bir mekanı ofis alanı olarak kullandığı mekanlar bu genel eğilim doğrultusunda ortaya çıktı. Co-working alanlarında, hiç tanımadığınız insanlarla aynı çalışma ortamını paylaşırken, kahve molasında yeni tanışıklıklar sağlayabiliyor, kendi işlerinize destek olabilecek çözüm ortakları edinebiliyorsunuz. Bu yeni kültürü genellikle gençler, yaratıcı sektörlerde çalışanlar ve girişimciler tercih ediyorlar. Üyelik sistemi ile geçici olarak kiralanan bu ofislere yatırım yapan pek çok firma var. Günümüzde en hızlı büyüyen yaklaşım olan bu ortak çalışma alanlarında, üyelere özel olarak sunulan eğitim, gelişim ve sosyalleşme programları da ayrı bir cazibe unsuru yaratıyor.
Ofiste ergonominin önemi, biz tasarımcılar için daha eğitim yıllarından itibaren edinilen bir kavram. Özellikle sandalyeler, masalar gibi mobilya gruplarının ergonomisi ve teknolojisi oldukça önemli. Bu alanda Ar-Ge yapan ve kaliteli üretime önem veren markaların tümü, oldukça rekabetçi bir pazarda her zaman diğerlerinden ayrıcalıklı bir yere sahipler. Ofis sandalyesi denilen eşya, bugün insan bedeninin rahat etmesi üzere sağlanmış bir sağlık makinesi konumunda.
Kapalı alanlardaki aydınlatma kalitesi de son dönemde, özellikle uzun saatlerin geçirildiği ofisler için gündemde olan diğer bir uzmanlık alanı. Doğal ışığın, insanların biyoritimleri üzerinde doğrudan bir etkisi var. Uyumamızı, uyanmamızı, gün içerisindeki enerji seviyelerimizi ve ruhsal durumumuzu yani duygularımızı belirleyen tüm hormonlar, müthiş bir senkronizasyonla güneş ışığına, yani doğal ışığa endeksli. İşte bu nedenle özellikle ofislerde insanın doğal ışığa en yakın yapay aydınlatma koşullarında olması önemli bir faktör. Ben buna alışma ortamının en büyük lüksü diyorum; çünkü doğrudan sağlığımızı etkiliyor. Doğru aydınlatma bizi daha sağlıklı ve doğa ile uyumlu kıldığı için, yaşam kalitemizi arttırıyor.
Tarihe, danyadaki en pahalı ofis yatırımı olarak iz bırakan (4,17 milyar USD), Foster and Partners ‘ın projesi olan Apple Park binası, doğal ışıktan en fazla yararlanan ofis yapısı olarak mimarlık tarihindeki yerini aldı. Bir uzay gemisini andıran halka şeklindeki binanın her yeri gibi, geniş ve eğimli camları da özel olarak imal edildi. Binayı deneyimleyen insanların ve çalışanların vurguladıkları ilk faktör doğa ve gün ışığı ile iç içe olma deneyimi.
Yapılan bir araştırmaya göre, ofis binalarında gün ışığı arzusu yüzde 42 oranında dile getirilmiş. Bunu yüzde 18 oranında canlı bitki görme ihtiyacı, yüzde 15 oranında canlı renkler isteği ve yüzde 22 oranında sesizlik ihtiyacı ifade edilmiş. Deniz manzarası isteğinin oranı ise yüzde 20.
İstekler bu yönde olsa da, günümüz kent ortamında ve mimari anlayışında doğal gün ışığını sağlamak bir lüks. Bu nedenle aydınlatma sektörü, günden güne gün ışığını en iyi biçimde taklit edecek gelişmelere imza atıyor.
Aydınlatmanın en temel konularından biri ışık sıcaklığı olarak bilinen konu ve Kelvin derecesi ile ölçülüyor. Bizler bunu daha çok sıcak beyaz, soğuk beyaz farkı ile bilsek de ışığın derecesi genellikle romantik bir mum ışığından (1500-1900 K) parlak bir gökyüzüne dek farklıdır. (10.000 K)
Eskiden – ve belki hala pek çok çalışma ortamında - yaygın biçimde tüm genel alanlar floresan ampüller, halojen spotlar ile aydınlatılmaktaydı ve hem " daha aydınlık" olması hem de dinamizmi arttırması sebebi ile çoğunlukla güneşli bir gün kadar parlak olan beyaz ışıklar (6500-8500 K) tercih edilirdi.
Insanın biyoritmi bu tür bir ışığı sadece gün doğumundan sonra, öğlen saatlerine kadar kaldırabiliyor. Ritmimiz buna göre tasarlanmış. Bundan daha uzun sürelerde bu ışığa maruz kalan insanın sağlığı doğrudan ışık yüzünden etkileniyor ve kişilerde aşırı yorgunluk, uyku bozuklukları, daha ciddi hormonal dengesizlikler gibi pek çok sorun oraya çıkabiliyor. Yüksek derecedeki, parlak ve soğuk beyaz ışığın içinde bulunan mavi ışık okları ilk olarak gözlerde yanmalara, kızarmalara ve sulanmalara sebep olurken; bağlantılı olarak da kronik baş ağrısı sorunu ortaya çıkıyor.
Günümüzde insan sağlığının daha fazla önem verilen bir konu olması sebebi ile basit bir floresan ampül bile çok daha düşük ışık derecelerinden, sıcak beyaz tonlara kadar farklı ışık seviyelerinde satışa sunuluyor. Aydınlatma alanında en yaygın kullanılan armatür LED. Çalışma ortamlarında çoğunlukla LED ışık kaynaklarının hem soğuk hem sıcak beyaz tonlarında bir karması kullanılarak hibrit çözümler üretiliyor.
İyi aydınlatma tasarımcıları, mekanın gereksinimlerine, kullanıcının ihtiyaçlarına göre bu değerleri tek tek hesaplayarak aydınlatma projeleri gerçekleştiriyorlar.
Son dönemde ise, insan biyoritmine en uygun aydınlatma standardını sağlamak, çalışma ortamlarının tasarımında öncelikli yaklaşımlar arasına yerleşti. Beyaz ışık artık hem kendi değeri üzerinden dimlenerek (kısılarak) günün farklı saatlerinde farklı tonlarda ve değerlerde kullanılıyor, hem de sadece bu amaçla kullanılmak üzere uygun teknoloji ile üretilmiş armatürler kullanıma sunuluyor.
2017'de Tıp ve Psikoloji Çalışmalarına dair Nobel ödülü, ışığın insanın sirkadyen ritmi üzerindeki etkisini araştıran çalışmaları ile Micheal Rosbash ve Jeffrey C. Hall'e verildi ve konunun önemi tescillenmiş oldu.Üreticiler ve tasarımcılar artık bu alanda öncü üniversitelerle ortaklaşa çalışmalar yürütülmekte ve ilgili teknolojik gelişmeler, kullandığımız aydınlatma armatürlerinde uygulanmakta. Bu eğilim kapsamında sunulan ürünler ve teknolojiler, 'warm tune', 'dynamic white' şeklindeki kavramlarla anılıyor. Bu inovatif armatürler, artık kendi içinde çok düşük seviyelerdeki sarı tonlardan, parlak beyaz gün ışığı tonlarına kadar farklı derecelerde beyaz ışığı sunabiliyor, insanın biyoritmini destekleyen bu aydınlatma senaryosu çalışma saatlerine göre senkronize olmuş otomasyon sitemleri ile uygulanabiliyor.
İlgili teknolojilerin, dijital ekranlar ve bilgisayar teknolojisi ile birleşip, insanlara çalışma ortamında ihtiyaç duydukları renkleri, algıları, manzaraları taklit ederek sunduğunu da gözlemliyoruz.
Sağlık, çalışma kültüründe geleceğin mutluluk ile verimlilik anlayışının temel noktası ve yeni dönemin tasarım kararlarının de belirleyicisi.
Kapak görseli: Johnson Wax Building