İsviçre’nin Basel kantonunda, tasarım alanındaki en önemli etkinliklerden biri olan Design Miami Basel’in 14. edisyonu geçtiğimiz hafta gerçekleşti.Cazibesi gittikçe kaybolan tasarım fuarları, haftaları ve hatta bienallerinden oldukça farklı bir etkinlik bu. Öncelikli farkı, oldukça niş ve kapsama alanının dar olması, buna karşılık bir o kadar da yoğun bir içerik sunması.
Tasarımın felsefesinden geleceğine uzanan konuşma programı, tasarım tarihine ve tasarımcılara ışık tutan galerileri, öncü tasarımcıların sanatsal sayılabilecek çok özel ve limitli üretimleri, kente yayılan özel turları ve programları ile, öğrenmek isteyen için bir sosyal okul ortamı burası.
Bu yıl ilk kez bir küratöryel yaklaşım sergilemeyi seçen Design Miami Basel, günümüzün gözde küratörlerinden Aric Chen ile birlikte çalışmayı tercih etmişti. Koleksiyon için tasarım olarak adlandırabileceğimiz Collectible Design ‘ın önde gelen ortamların biri olan bu etkinlikte Chen, Elements / Elementler başlığını seçmiş. Basel de “Earth / Yeryüzü “ versiyonunu izlediğimiz geçtiğimiz haftaki etkinlikten sonra, aralık ayında Miami ‘de gerçekleştirilecek edisyonda da “Water/ Su” üzerine yoğunlaşılacak. Aric bu kavramsal çerçeveyi belirlerken, tasarımcının ve tasarımın dünyayı değiştirme gücüne odaklanmış. Yaşam kaynaklarımız olan elementlerin farklı kullanımları, ve aklımıza gelebilecek her türlü çevresel olumsuzluğa karşı duyarlılık, etkinlik boyunca hissedilen bir duygu olmuştu böylece.
Klarenbeek and Dros'tan Rock isimli vazo tasarım
Önceki seferlerden alışkın olmadığımız biçimde, bizi ilk girişte bu küratör sergisi ile karşılayan Design Miami Basel, aynı zamanda bu yıl plastik giriş kartlarını geri dönüşümlü kartlara basmıştı ve kafe alanlarında da tek kullanımlık plastiklerden arınmış bir ikram politikası benimsenmişti.
Chen‘in yeryüzüne ve malzemelere odaklandığı bölüm olan “design at large” kapsamında 9 galeri / tasarımcı yer aldı. Friedman Benda galerisi tarafından sergilenen Andrea Branzi‘nin Territories (Alanlar) isimli sunumu bunlardan biriydi. Branzi’nin 1960 larda kurulmuş olan Archizoom yıllarından bu yana durmadan devam eden çalışmalarının bir sonucu olan bu eserlerde italyan mimarın insan, toplum ve inşa edilmiş çevre arasındaki ilişkilere gönderme yapan maketlerini izledik. 40 yıla yaygın bir sürede yapılan bu işler bize “genetik motropolis” fikrini sundu. Mimar düşsel kenti, kalıcı sosyal yapıların olmadığı, ırkçı yaklaşımlardan uzak, tüm canlıların, havayanlarla insanların, hatta ölülerle yaşayanların dahi eşit bireyler olarak özgürce yanyana yaşayabildikleri bir yer olarak betimliyor. Bu kent fikri içinde, mimariye, ev yaşamına, doğum ve ölüme dair ütopyalarını gösteriyor.
Klareenbek ve Dros ile birlikte
İrlandalı tasarımcı Joseph Walsch Studio tarafından sunulan Magnus V isimli dev heykel bu güne dek yapılanların en büyüğü olarak kaydedilmişti. Büyüklük, toplumsal belleğimize kazındığı anlamı ile bir özgünlük taşımıyor elbette. Walsh bu işlerinde malzemenin limitlerini zorluyor. Bu bakımdan bu heykelsi yapılara hem verdiği formlar hem de boyutları önem kazanıyor. Dişbudak ağacından yapılan bu işin beraberinde, bir de içinde gerçek fosillerin bulunduğu kiraçtaşından bank sergileniyordu.
Joseph Walsch eseri Magnus
Swarovski’nin bilinmeyen yönleri
Hem bu bölümdeki hem de etkinlik katalımcısı galerileri ve sundukları tasarımlarla tasarımcıları burada tek tek anlatmama imkan yok; her biri kendi içinde tarihi, estetiği, özgün fikirleri, zorlayıcı üretim tekniklerini barındıran zenginliği ile Design Miami Basel’i oluşturdular.
Orada olduğum günler boyunca, Swarovski tarafından her defasında sunulan “Designers of the Future (Geleceğin Tasarımcıları)” programının en yeni tasarımcıları ile bire bir söyleşi şansı yakaladım.
Bu ismi duyunca, ülkemizde daha çok takı satan bir marka olarak tanındığından aklınızda olduğundan farklı bir durum canlanıyor olabilir; ne var ki Swarovski bugün 32 bin civarında çalışanı ile pek çok farklı sanayi için kristal cam üreten, optik cam ve ilgili kimyasallar alanında üretim gerçekleştiren, bunun yanında aydınlatma ve ev aksesuarları bölümü de bulunan dev ve köklü bir şirket. Avusturya dağlarında 1895 te kurulmuş bu firma, bugün işini yaparken doğaya karşı da kurumsal bir sorumluluk ajandası yönetiyor. Bugüne dek dünya üzerinde 500 bin çocukla etkileşim kurdukları Waterschool (Su okulu) eğitim programı ile genç yaşta doğa sevgisini, çevre bilincini ve yaratıcılığı aşılayan programlara öncülük ediyorlar. Nadja Swarovski’nin belirttiğine göre üretim süreçlerinden binalarına yaptıkları büyük yatırımlarla, çevreye duyarlılık anlamında kapsamlı bir dönüşüm geçiriyorlar.
Swarovski geleceğin tasarımcıları
Takı, aydınlatma ve ev eşyaları alanında ürünler sunan marka elbette tasarım ile her zaman iç içe. Son dönemde yürüttükleri geleceğin tasarımcıları projesi ile, tasarımcılarla özel işbirlikleri kuruyorlar.
Geçtiğimiz Nisan ayında Milano’da isimleri duyurulan bu dört tasarımcı, farklı ülkelerde çok farklı tasarımlar gerçekleştirirken, markadan aldıkları telefon ile bir anda kendilerini bu projenin içinde buluverdiler.
Swarovski’nin mevcut malzeme çeşitlliğini ve üretim kapasitesini tasarımcıların hizmetine açan bu proje, yenilikçi fikirler ve ürünler ile tasarım kültürünü geliştirmek için yürütüliyor. Mimari yüzeyler ve yapı malzemeleri, aydınlatma ve ev dekoru gibi üç faklı alan vurgulanıyor bu işbirliklerinde.
Duyguları ile tasarım yapan Wang
İlk söyleşilerimi etkinliğin ön gösterimi sırasında sabah saatlerinde yapıyorum.
Juju Wang, projenin yapı malzemeleri ve mimarlık alanında tasarım üretmek üzere seçilen ismi. Aslen Şangay doğumlu olan Juju tüm hayatını ve eğitimini Kaliforniya’da geçirdikten sonra Şangay‘a geri dönmüş. Aslen mühendis olan sanatçı, daha çok mekanik yerleştirmeler yapmış bugüne dek. Bunlardan en keyiflilerinden birini şöyle anlatıyor: Çin’de 800 yıldır geleneksel yöntemlerle kağıt üreten bir köye gidip orda kalarak bu tekniği öğreniyor. Bu kağıtlarla yaptığı velazer kesimde üretilerek, tek tek astığı farklı formlardaki bulutları mekanik bir düzenekle yerleştirdiği “The House of Clouds (bulutların evi)” isimli yerleştirmesi de böylece ortaya çıkıyor.
Juju Wang ile birlikteWang duyguları ile tasarım yaptığını belirtiyor. Swarowski için de suyun üzerindeki güneş ışıklarının parıltısı ona ilham vermiş. Firmanın merkezine gidip de bu kristalleri eline alıp ilk baktığında, çocukluğundan itibaren çok sevdiği bir anı olarak deniz kenarında geçirdiği huzurlu saatleri anımsamış. Ortaya çıkardığı enstalasyonda, transparan akrilik bantların dalgalar olarak yerleştirildiği bir odaya giriyorsunuz. Bu parçaları basit bir dokunuşla kendi etraflarında döndürmek mümkün. Renkler, aynalar ve yansımılar ile gerçekten de mekan- derinlik duygusunu bir an kaybedip kendinizi okyanusun içindeymiş gibi hissedebiliyorsunuz. Wang bu nedenle bu işe “Secrets (Sırlar)” ismini koymuş. Söyleşimizde ekliyor: “bir deyişe göre okyanusun bir damlasında tüm sırları gizli olurmuş!..”
2608 prizmatik kristalli avize
Juju‘dan hemen sonra, Londra’ da çalışmalarını sürdüren Raffe Burrel ile konuşuyorum. 10 yılı aşkın süredir kendi stüdyosunda başta aydınlatma tasarımları olmak üzere farklı ürünler ve projeler üreten Burrel, Swarovski’den gelen telefonu yılbaşı tatilinden hemen önce aldığını belirtiyor ve böylece bir hediye almış gibi hissettiğini söylüyor. Reflection (Yansıma) ismini taşıyan aydınlatma tasarımları hem tavan hem de duvar için düşünülmüş. Biraz art – deco etkisi var; özel bir ilgisi olup olmadığını sorduğumda çağdaş tasarım için bu akımın nasıl da önemli bir yeri olduğundan, etrafımızda pek çok yerde izlerini görebildiğimizden bahsediyor. 2608 adet prizmatik kristalin kullanıldığı buradaki avize tasarımında ön önemli unsurun farklı boyutlarda da üretilebilecek olması olduğunu vurguluyor. Hangi rengin kullanılacağını tek tek denemeler yaparak bulmuş. Çok aşırı parlak olmasını istemediği tasarımı Swarovski ‘nin merkezi olan Wattens bölgesindeki şelalelerden esin almış. Gerçekten de bu bilgi ile baktığınızda su katmanlarını kristal ışıltıları arasında hissedebiliyorsunuz.
Raffe Burrell ile birlikte
Firmanın, ev dekoru bölümünde davet ettiği Hollandalı ikiliyi, tasarımla ilgili kimseler yakından tanıyabilirler: Eric Klarenbeek ve Martja Dros‘un kurucusu olduğu Studio Klarenbeek and Dros, önceki yıllarda üç boyutlu yazıcılarla ilk kez biyolojik malzemeleri birleştiren ikili olarak duyulur olmuştu. Buluştuğumuzda önce biraz Eindhoven tasarım okulundaki eğitimlerinden bahsediyoruz. Halen ikisinin de ders verdiği bu okulun en zorlu zamanlarında hiç de azımsanmayacak kalitede bir öğrenim gördükten sonra kendi çalışmalarına yönlenmişler ve 3D yazıcıları da ilk kullanan meraklılar arasında yer almışlardı. Bu çalışmalar sırasında ortaya çıkardıkları Mycelium isimli sandalye tasarımları mantarın üç boyutlu olarak basılması ile ortaya çıkan bir mobilya olarak, Centre Pompidou‘nun kalıcı koleksiyonuna alındı.
Eriyen buzullardan tasarım esinleri
İkili aynı zamanda, son tasarım bienali kapsamında İstanbul’da da sergilenen yosunların üç boyutlu yazıcılarla basıldığı ve artık çeşitli eşyalar olarak kullanılabileceği ortaya koyan projenin arkasındaki fikir üssü. 2005 ten bu yana birlikteler. Martja kentsel ve sosyal projeler alanında uzmanlaşmış ve bugüne dek çoğunlukla özel sergiler için işler üretmişler. Eric ve Martja, Swarovski için, her geçen gün eriyerek dünyanın en önemli iklimsel krizlerinden biri olan buzullardan esin almış. Antartika’nın 1980 yılı ile 2018 yılı arasındaki uydu görüntüsü datalarını katmanlar halinde kullanarak bu katmanları kristallerden yine 3d yazıcılar ile basarak, masa üstü eşyalar ortaya çıkarmışlar. Üst üste konduğunda kendisi de bir buzul gibi yükselen bu eşlalar küçük tabaklar veya uzun vazolar olarak kullanılabiliyor. Buzulun keskin hatları bu eşyaya da benzer bir görünüm kazandırsa da tasarımın asıl can alıcı noktası bu değil. Datanın görselleştirme çalışması olarak da okunabilecek bu tasarımda, tabanında geniş olarak başlayan yapının, eriyen buzul / küçülen yüzölçümü bağlamında ne kadar dramatik biçimde daraldığını da görabiliyoruz. Swarovski de bu tasarımındaki arktik suları sembolize etmek için gümüş, altın ve aura renklerini ilk kez üretmiş.
Etkinlik süresince koleksiyonerleri, akademisyenleri, müze direktörlerini, küratörleri, yazarları mimar ve tasarımcıları bir araya getiren sohbetlerin bir kaçına katılma imkanı buldum. Umarım başka bir yazının konusu olabilirler!
Sadece bir kaç güne sığdırdığım bu buluşmalar ile ülkemizde hala tasarım adına yapılabilecek daha ne çok şey olduğunu bir kez daha anımsadım. Gördüklerim ve duyduklarım ışığında tasarımın, dolayısı ile dünyanın geleceğinin çok daha güzel, duyarlı, akıllı ve bilinçli bir yer olacağı hissine kapıldım. Günlerim pozitif insanlarla, olumsuz başlıkları pozitife dönüştüren inanılmaz çalışmalara tanıklık ederek geçti. Darısı başımıza!..