Kentte geçtiğimiz hafta Akdeniz Akademisi tarafından düzenlenen İyi Tasarım İzmir etkinliklerini izledim. İzmir kenti ile pek çok kavram yan yana geldiğinde zaten -iyi- oluyor;
"Tasarımın iyisi de İzmir'de olabilir mi?" bu haftaki merak konumdu.
Mimarlık tarihinin o ünlü mimarı da bu otelde konaklatılmış davet edildiğinde. 1927 yılında açılan ve 1973'te tekrar elden geçirilen İzmir Palas Oteli'ndeki odama yerleştiğimde, her zaman yaptığım gibi ilk iş olarak camı açıyor; 5.5 saat rötarla gelmeme sebep olan sis ile kaplanmış İzmir Körfezine bir bakıyorum:
Belki de aynı odadan bakmışızdır Le Corbusier ile bu manzaraya kim bilir?
1922 yılında yaşanan yangından sonra yeniden inşa edilmek istenen İzmir için bu önemli ismin davet edildiğini, ancak savaş sonrasında, 1948 yılında İzmir'e geldiğini, bu kentte gezdirildiğini, eskizler yaptığını, bu seyahati sonrasında heyecanla hazırladığı çalışmalarını Paris'e döndükten sonra bir kaç ay içerisinde İzmir Belediyesi'ne gönderdiğini, dönemin ve şimdinin mimarlık yayınlarından öğrenebiliyoruz.
Bu seyahat pek çok rivayet ve meçhul ile dolu.
Meçhulün büyüğü bu planların, raporun ve mimarın kendisinin bahsettiği üzere içerisine yerleştirdiği bir kitabın şu anda nerede ve kimde olduğunun bilinmediği. (Eğer bu konuda bir bilgi eksikliğim var ise bana yazabilirsiniz, zira okuduğum bütün kaynaklar durumun bu olduğunu belirtiyor !) Mimarın seyahati süresince iyi ağırlandığına elbet kuşku yok ne var ki, gidiş bileti sorun olmuş. Gürhan Tümer'in 2009 yılında kaleme aldığı anılara göre, dönüş parası tartışmaları devam ederken, Le Corbusier belediyeye şöyle bir öneride bulunmuş:
"Bana mimar olarak, danışman olarak ödenek veremiyorsanız o zaman beni bir dilenci olarak kabul edin ve bilet paramı fukaraya yardım faslından ödeyin."
Sonunda bileti verilmiş kendisine.
Mimarlık tarihine yön vermiş Le Corbusier'den bahsediyoruz. Leonardo da Vinci'nin Haliç için tasarladığı, Osmanlı İmparatorluğu tarafından yapımı kabul edilmeyen ve bir kaç hafta önce MIT laboratuvarında maketi yapılarak statiği tescillenmiş olan eşsiz köprü tasarımının kıymetini bilemediğimiz gibi, İzmir için de Le Corbusier'nin dokunuşunu ıskalamışız ne yazıkki.
Hikaye belirttiğim gibi pek çok akademisyen ve yazar tarafından ele alınmış; özellikle dönemin arşivlerden ulaşılan mimarlık dergileri ve pek çok kaynaktan hareketle Cana Bilsel tarafından kaleme alınmış metinler aydınlatıcı, bildiklerimi buralardan öğrendim.
O dönemde bu planlar fazlaca modern yapılarla dolu, baştan aşağı reformcu bir yaklaşım getiren ve tahmin edebiliriz ki bu hali ile pek çok iş gücüne ve maliyete sebep olacak bir iş planı sunuyordu belli ki. Tüm bunlar çabucak sonuca varmak isteyen yerel yönetimler için hala daha ürkütücüdür.
Diğer yandan Le Corbusier'ye gerek dönüş bileti konusunda gerekse sunumundan aylar sonra attığı mektuplara cevap dahi vermeyerek pek çok bakımdan kabalık etmiş olsak da, sözde beğenilmeyen bu planların etkilerinin, İzmir kentinin pek çok yöresinde gerçekleştirilen kent tasarımlarında belirleyici olduğu yine kaynaklarda ifade ediliyor.
Mimar bu gezisi sırasında gözlemlediği pek çok yapıyı " taudis " (bakımsız) olarak nitelendirmiş, belki de gezdirenleri incitmiştir bu tür ifadeler; millet olarak özellikle başka milletlerden olanların açık ve net ifadelerine karşı hassasiyetimiz büyüktür.
Diğer yandan bugün pek çok mimar tarafından tasarlanan yüksek yapıları ile yepyeni bir çehreye bürünen bu büyük liman kentinin, o yıllardan bu yıllara gerçekleştirilen çalışmalara rağmen halen toparlanamadığı, yapılması planlanan yapılar bir bir sonlanırken, ağır ulaşım ve altyapı sorunları ile karşılaşacağı son derece açık. Kentin içinde halen çok sayıda 'taudis" var ve daha fenası ağır göç alan her önemli kent gibi İzmir de tamamen çarpık yapılaşma ve gecekondu gerçeği ile kuşatılmış durumda.
Oysa Le Corbusier tasarım çalışmasını o dönemde 180.000 kişinin yaşadığı İzmir için 400.000 nüfusa yönelik ve bir yeşil kent teması etrafında hazırlamış.
Söz konusu dönem geleneksel mimarlık ve şehircilik anlayışının yerini modernist yaklaşımlara bıraktığı mimarlık tarihi için en sıcak zamanlar; bu çerçevede düzenlenen uluslararası mimarlık kongrelerinde kent işlevsel bir makine olarak ele alınmaya başlanıyor. Bu makine, ulaşım, barınma, dinlenme, çalışma işlevleri etrafında tasarlanmak üzere heyecanlı söylemler oluşturuluyor. (Bkz. ilk Atina kartası, 1928)
Cana Bilsel'in notlarında aktarıldığına göre, mimar İzmir için bu son derece yenilikçi yaklaşımı uyarlamış; çalışmalarını bunların arasından çevre (le milleu), kentsel alan kullanımı (" l'occupation du territoire"), yapılaşma ve açık alan kullanımı ("volume bati et utilisation des spaces ambiants") ile etik ve estetik değerleri üzerine oturtmuş.
Yeşil alanlar, kıyı ile bütünleşmiş kültürel yapılar ve kamusal alanlar, bir liman kenti olan İzmir için liman ve sanayi yapıları ağlarının akıllıca planlanması, kırsaldan sanayi sebebi ile kente göç edecek insanların habitatları, yollar, ve nihayetinde İzmir'in iklim koşullarına uygun, ışık kullanımını yücelten bir mimarlık ve kent tasarımı yaklaşımı.. Bunlar Le Corbusier anısından geride kalan kavramlar.
İzmir hem Enternasyonel İzmir Fuarı'nın yıllar içinde kendisine kattığı kültür hem de yukarda anlattığım tarihsel deneyimi sebebi ile kentini tasarlamak konusunda en azimli bölgemiz olmuştur gözlemlerime göre. Pek çok kez ve bu sefer de kent yönetiminin davetlisi olarak, tasarım alanında bir etkinliğe katılıyor olmam bile bunun bir göstergesi. Kıyaslama sevmem ama diğer kentlerde kapalı kapılar ardında alınması adetten olan kentsel kararları, İzmir aksine işin hem profesyonel hem akademik uzmanları ile açık açık tartışmayı sever. Bu doğrultuda oturumlar düzenler, atölye çalışmaları gerçekleştirir, yayınlar hazırlar. İzmir insana, eğitime, uzmanlığa saygılı bir kenttir bu bağlamda.
İzmir yapmadan önce araştırmak, düşünmek gerektiğini bilen bir kenttir. Çoğulcu ve akılcıdır. Belirttiğim gibi kişisel anılarımda Sümerbank mirası, Türkiye'de çağdaş mobilya tasarımının belgelenmesi, Kültürpark'ın yeniden kullanıma kazandırılması, İzmir kıyı şeridinin kamusal kullanıma kazandırılması, İzmir kentinin daha yaratıcı olması ve tasarımla buluşması gibi başlıklar altında pek çok kez İzmir'in davetlisi oldum. Bunların tümü mesleğimiz adına kuşkusuz önemli başlıklar.
İşte, Hollanda'da Eindhoven tasarım haftasının, Berlin'de Housing the Human etkinliğinin gerçekleştiği günlerde İzmir bu kez de İyi tasarım başlığını masaya yatırdı.
Bu etkinlik her ne kadar kent ile profesyonel deneyimleri ve akademik görüşü buluşturan bir organizasyon olarak hedeflendiyse de yapılış biçimi ile belli ki öğrencileri hedef almıştı. Üç gün boyunca farklı konularda 15'e yakın oturumda onlarca kişi konuştu. Beraberinde öğrencilerin ve araştırmacıların sergileri sunuluyordu. Kültürpark ın fuar hangarına konumlanmış bu etkinlikte onlarca atölye çalışması da kozalanmış; içerik film programı ile zenginleştirilmiş.
Döngü teması etrafından düzenlenen iyi tasarım etkinliğinin kapanışı 3 Kasım tarihinde atölye çalışmalarının rehberli turu ve "Döngü'den öğrenmek" başlıklı bir etkinlik ile gerçekleştirilecek.
Bu etkinlik kapsamında en heyecan verici buluşmam olan ve geçtiğimiz hafta hakkında yazdığım Thomas Thwaites'in haricinde başka yabancı konuklar da davet edilmişti.
2020 yılının tasarım başkenti ünvanını almış olan Lille hakkındaki planları aktarmak üzere gelmiş olan Adele Berault bunlardan biri. İstanbul'un yanısıra İzmir de tasarım başkenti ünvanı için ilgili yarışa katılan, ancak bugüne kadar olumlu sonuç alamamış olan kentlerden biri. İzmir'in bu deneyimden öğrenmeyi hedefleyerek, yarışı bu yıl için kazanan Lille' kentini davet etmiş olması ise " iyi" bir yaklaşım! Adele ile sohbetimizde, Lille'in bu yıl Aralık ayında gerçekleşecek büyük açılışı takiben 2020 boyunca yapacağı farklı çalışmalar hakkında bilgi ediniyorum. Fransa'nın Nord-Pas-de - Calais olarak anılan ve Belçika sınırında olan bu bölgesi 2004 yılında da Kültür başkenti ünvanını almıştı. Adele'in belirttiğine göre coğrafi ve kültürel özellikler sebebi ile programlar Belçika'ya da yayılacak. 250.000 kişilik nüfusu kültürel aktiviteler ve turizm ile 1 milyon kişiye ulaşabilen bu eski endüstri şehri, bu ve benzeri programlar ve fonlarla ayakta tutulan ve cazibe merkezi haline getirilen Avrupa noktalarından biri. 2020 tasarım başkenti çalışmaların tümünü burada aktarmak için yerim yok ama merak edenler tüm programı ve gerçekleştirilecek çalışmaları şu linkten takip edebilirler:
TIKLAYIN - Lille Métropole 2020
İzmir, bizler için Ege kenti olsa da, Avrupa ölçeğinde Akdenizliliği ile en çok öne çıkan kentimiz. Diğer bir Akdeniz ülkesi olan İtalya'nın çok yeni göreve başlamış olan konsolosu Valerio Giorgio ile de sohbetimizde en çok bu Akdenizlilik üzerine konuşuyoruz. Deniz, insanları yaşam kültürlerinde, duygularında ve düşüncelerinde birbirine bağlayan kuvvetli bir öğe. Düşünsenize aynı rüzgar, aynı balık, aynı mavi manzara… Söz konusu yaratıcılık olunca, Akdeniz'in kentleri birbirine sıkı sıkı bağlanıyor. Bu hem tasarımda hem de sanat alanında oluyor, izleyin.
Benim de ilgi alanım olması sebebi ile İtalya'nın modadan mobilyaya, gündelik eşyalardan mekanlara olan tasarım kültürü içerisinde İzmir'den ve İtalya'dan pek çok "iyi" örnek ile birlikte tasarım denizinde yüzüp duruyoruz konuşurken. Konsolosluk desteği ile bir de önemli İtalyan tasarımcı davetlisi var "iyi tasarım İzmir" etkinliğinin: Francesco Faccin.
Francesco daha sohbetimize başlamadan önce, çantama takılıyor. Modüler ve kişiselleşebilen tasarımı sebebi aldığım Obag marka çantamın tasarımcılarından birisi ile aynı stüdyoyu paylaşmış meğer. Bir grup tasarımcı tarafından değiştirilebilir parçaların bir ayaya gelmesi ile oluşturulan çanta, saat gibi aksesuarların ana fikir olduğu bu marka, ilk dükkanını 2009 yılında Venedik'te açmıştı; bugün dünya çapında bir marka ve İtalyan tasarımının ikonlarından biri.
Konuşurken Francesco'nun müzik aletleri yapımından dünya çapındaki ünlü mimarların ahşap maketlerine kadar uzanan kariyerinin bir noktada, tamamen kendi hayranlığı sonucu yazdığı bir mektupla, tasarım duayeni Enzo Mari ile kesiştiğini öğreniyorum. Mari, benim de yaşamımda en değer verdiğim tasarımcıdır. Böylesi idealize ettiği ve peşinden koştuğu bu büyük tasarımcı ile ancak 2,5 yıl birlikte çalışabilmiş; tasarım maestrolarının çevreleri için hayatı ne kadar çok güçleştirebileceğinden söz ediyor ve anlayışlı bakışlarla kahkahalara gömülüyoruz. Tasarımcı artık kendi stüdyosunda mobilya, aydınlatma ürünleri gibi eşyalar tasarlıyor ama pek çok sosyal odaklı yerleştirme ve sanat eserine de imza atıyor; başka tasarımcılarla işbirlikleri kuruyor. Bütün bu deneyimlerini İzmirli meraklıları ile paylaştı.
Etkinlik kapsamında açılmış olan sergilerin kimi, konuşulan konulardan daha ilgi çekiciydi. Örneğin atık derilerden tasarlanan giysilerin sunulduğu "Kurtarılmış Deri" isimli sergide moda tasarımcısının dokunuşunun sektörel atık malzemelerle yaratabileceği katma değeri görebilirdiniz. Etkinlik kapsamında konuşulan konulardan biri olan döngüsel ekonomi kavramı için hayata geçmiş somut bir örnekti bu sergi.
Benim en çok ilgimi çeken sergiler arasında bir diğeri Gökhan Mura'nın göçmen hediyeleri üzerine yaptığı araştırma ve bununla ilgili bir hatırlatıcı olarak sundukları idi. Türkiye'den daha iyi iş ve yaşam koşuları hayali ile Almanya'ya göç etmiş olan bu insanlar, oradan gelirken her seferinde Türkiye'de o dönemde hiç olmayan hediyelerle dönüyordu memleketlerine. İşte Gökhan da kendi çocukluk anılarından hareketle başlattığı bu araştırmasında bu hediyeleri ve onların kimilerinin tasarım yolu ile nasıl da bizim yaşamlarımıza ve kültürümüze entegre olduğunu inceliyor. Gökhan'ın sergisinde kendi genetik kodlarımda yer alan Burda dergilerini ve patron kalıplarını görür görmez dikkat kesildim. Sergisinde, annesine bu şekilde hediye gelen kumaşlarla, bu dergilerin patronları kullanılarak dikilmiş ve 1970'lerin son modasını temsil eden giysileri sunuyordu Gökhan. Projenin daha fazlası için İzmir Ekonomi Üniversitesi'nde çalışmalarını sürdüren Mura ile irtibat kurabilirsiniz.
Başka bir araştırma 1957 yılında Ankara'da Amerikan Teknik Yardımı ile kurulan Türk Küçük Sanatlarını Geliştirme Ofisi üzerine idi. Akademisyen Bahar Emgin tarafından sunulan bu çalışma kuşkusuz tasarım tarihiminizin az bilinen bir kısmına ışık tutuyordu ve beni çok heyecanlandırdı. Henüz tasarım kelimesinin dil bilgimizde olmadığı, prototip yerine halen yaygın biçimde olduğu gibi numune kelimesinin kullanıldığı böylesi bir dönemde kurulan bu ofis, o dönemde zanaat ve köy sanatları yada en iyi hali ile küçük el sanatları olarak nitelenen üretimlerin geliştirilmesini hedefleyen bir girişim olmuş.
Emgin, konu ile ilgili olarak Türkiye'den çok, Amerika'da katıldığı bir eğitim programı sırasında pek çok kaynağa ulaştığını belirtiyor; ulaştığı tüm çalışmayı da hem yurt içinde hem de yurt dışında yayınlayabilmiş.
Birleşik devletlerin 1950'lerden itibaren Orta Doğu, Latin Amerika ve Asya gibi uzak ve gelişmemiş coğrafyalarda yürütmeye başladığı endüstriyel tasarım geliştirme programının bir uzantısı olan bu ofis, kısa yaşamı süresince üreticiye destek olmakla birlikte, bu coğrafyalardaki üretim tekniklerini, geleneklerini ve malzemelerini de araştırmış ve buradaki bilgi birikimini kendi külliyatına katmış belli ki. İlginç olan 70'li yıllarda Gima mağazalarında halen bu ofisin tasarımlarının satılıyor olduğu bilgisi. Emgin tarafından belgelenen nesneler çocukluk anılarımla buradan kesişiyor olmalı. Bu çalışma, önümüzdeki dönemde hep birlikte üzerinde konuşmamız ve geliştirmemiz gereken çalışmalardan biri olarak kişisel arşivime giriyor.
Etkinliğin son gününde, gözüm yapılan atölye çalışmalarından birine takılıyor. Yaşar Üniversitesi'nde görevli olan Daniele Savasta önderliğinde bir gurup öğrenci, içinde bulunduğumuz Kültürpark'ın bitki ve ağaçlarını haritalamışlar. Bunun tasarımla ilişkisi ne ?diyebilirsiniz ve ben de bunun farkındalık adına önemli bir çalışma olduğunu belirtebilirim. İçinde bulunduğumuz, her gün geçip giderken yanlarından geçtiğimiz bitkilerin ne olduklarını bilmek, fiziki çevremiz hakkındaki bilinçlenmemizin ilk durağı. Bu çalışmayı da katılanları da bu sebeple kutlamak gerekli.
Le Corbusier'nin İzmir için modern planlaması kabul edilmemiş ama İzmir'in genç tasarımcıları ve mimarları İzmir'e çağdaş bir yaşam kazandırmak için kolları sıvamış, arı gibi çalışıyorlar. Kentin orta yerinde yükselen alışılmadık bir bina bunun simgesi niteliğinde. Fevzipaşa Bulvarı ile Halit Ziya bulvarının kesiştiği köşede siyah cephesi ile dikkat çeken The Mercer, bir tasarımcı olarak fark edilmeyecek gibi değil. Mimari tasarım özellikleri bir yana, bu coğrafyadan olmadığını ilk bakışta anladığınız siyah tuğla cephesi kentin özelliği olan palmiyelere ilginç bir fon oluşturuyor. Bu binanın mimarı Mennan Elmacı. İç mekanlarında brüt beton ve metal ağırlığı olan binasını tasarlarken bu tuğla cephe için uygun malzemeyi burada bulamadığından Belçika'dan getirtecek kadar tutkulu bir mimar. Malzemeyi getirtmekte ne var diyebilirsiniz belki; bu noktada mimarlığın yatırımcı ile kurulan bir iletişim ve ikna işi olduğunu da hatırlamak gerek.
Ofis yapısı olarak tasarlanan ve çok kısa süre sonra yeni kullanıcıları ile buluşacak olan bu bina, kuşkusuz İzmirliler kadar yatırımcısı için de beklenmedik bir çizgi taşıyor ama asıl güzellik yatırımcısının mimarın tasarılarına, hayallerine ve beklentilerine kucak açmış ve onunla orta yolu bulmuş olması. Bu iletişim, Le Corbusier'ye kenti emanet etmeye çekinen bakış açısının günümüzde geri kaldığını gösteriyor.
Mennan eğitimini Kore'de tamamlamış, eğitimi sonrası Kore gibi bir coğrafyada iş deneyimi edinerek bu farklı bakış açısını kenti İzmir'e ve dolayısı ile Türkiye'ye taşımayı tercih etmiş fazlası ile idealist bir mimar. Üst düzey tercümanlık yapacak kadar iyi bildiği Kore'ce bir yana, yapılarını titizlikle, en baştan, en ince detayına kadar tasarlamayı, işini şansa bırakmamayı, bir bakıma bu coğrafyadaki tüm alışkanlıkların tersi bir yaklaşımı ilke edinmiş bir ekolden geliyor.Tüm bu "iyi" özellikleri ile geleceğin umut vadeden iyi mimarları arasında bana göre.
Her zaman çok severek dinlediğim ve okuduğum Uğur Tanyeli'nin bir röportajında "Yeni ve yükselişite olan genç mimarları takip ediyor musunuz?" sorusuna şöyle cevap verdiğine rastladım: "Çok gençseniz zaten fazla inşaat ya da tasarım yapma şansınız yok. Malum, belli bir tanınmışlığınız yoksa birileri bakkala ekmek almaya gider gibi sizin kapınızı çalıp size proje önermeyecek..." Tanyeli'nin buradaki vurgusunun tam tersine yeni ve burada nerede ise hiç tanınmayan, aynı şekilde buradaki mimari ortamı da henüz pek tanımayan Elmacı, sadece iş yapış şekli ve mimari çizgisi ile şimdiden Tanyeli'nin sözünü ettiği türden büyük yapılara imza atmaya başlamış bir isim. Belki de İzmir "iyi tasarım"dan anladığındandır.
İzmir'in gelecekte daha iddialı sözler söylemek istediği açık; bunu yaparken de mimarlık ve tasarımı kendine en önemli itici güç olarak kullanmanın iştahı içerisinde. Burada bahsedemediğim daha fazla güzel insan ve heyecan verici gelişme var bu kentte.
Belki dönüp dolaşıp ara sıra yeniden İzmir ve tasarım yazmalıyım!