Gelecek sürekli uzağa taşınan ev, yer değiştirip duran göçebe, yakınlığını yitiren manzara gibi.
Gelecek tahayyülünün gücünü yitirmesi, geçmişin altın çağ olarak telakki edilmesinin günümüzde geçer akçeliğini korumasından kaynaklanıyor bir bakıma. Geleceği sadece geçmişin enstrümanlarıyla ele alamayacağımız gerçeğini bir yana koyalım, sürekli hayali bir kurtarıcı beklemek değişimin imkânsızlığını alttan alta vurgulayarak tüm iyi şeylerin mazide kaldığına dair çarpık bir fikrin altını çiziyor durmadan. Değişim ihtimalinin/ umudunun azalması kaçınılmaz oluyor böylece. Günlük rutinimizi zapturapt altına alan hız çağının paradoksal bir şekilde insanı ataletin sırça köşküne hapsetmesi yaşadığımız yüzyılın en sarsıcı bunalımının bol ışıklı ama bir o kadar uzun koridorundan tek başına geçmemize yol açıyor. Birey olmak geleceğini kendi başına planlayabilmekten geçiyor aslında. Mahrum kaldığımız özgürlük bu.
Geleceğe dair fikir üretilememesi kişinin zihnindeki prangalardan kurtulamaması demek. Böylece günübirlik yaşayan, kendinden başkasını düşünmeyen, toplumla düşünsel ve duygusal bağını kesmiş, hazıra konmaya alışkın bir nesil ortaya çıkar ki, ne ülkenin geleceği böyle bir nesle emanet edilebilir, ne de böyle bir nesil ülkenin geleceğinin garantisi olabilir. Maalesef sosyal medya kullanımının şirazeden çıkması, düşünebilme ve sorgulayabilme yetisi kazanamamış fertlerin çoğalmasına neden oldu. Öyle ki, herkes kendinden çok memnun. Başarı, güzellik, haz odaklı bir nesil üstüne üstlük geleceği inşa edebilme ortaklığından mahrum bırakılınca, hatta gençlere böyle bir düzenleme bilinci bile aşılanmayınca birey ve toplum ilişkisizliği üzerinde durmak elzem.
Geçmiş, bugünün temsil ilişkilerini belirlemede niçin bu kadar güçlü bir etkiye sahip? Modernleşmenin gelecekle birlikte yürüdüğünü unuttuğumuz için olmasın! İster ekonomi ister eğitim ister sağlık ister sanat, herhangi bir alanda geleceği tasavvur etmeden ilerleme sağlanamaz. Beklentiler hedefe dönüşmedikçe, hedefler için plan ve takvim yapılmadıkça bir adım öteye gidilmesi mümkün değil. Öte yandan, geçmiş ve geleceği birbirine karşıt gibi ele almak ya da bir paradoksmuş gibi düşünmek belki de bizi yanlışa götürüyor. Svetlana Boym nostaljiyi tarihsel bir olgu olarak ele almış, bireysel hafıza ile kolektif hafıza arasındaki ilişkiye değinmişti. Geçmiş bir inceleme alanı olabilirken gelecek üzerine tüm söylemlerin havada kalmasının sebebi henüz gerçekleşmemiş olması, dolayısıyla bilimsel bir inceleme alanına dönüşemeyip soyutluğunu her daim sürdürmesidir bana kalırsa. Bu nedenle mevcut üzerinden akla ya da sezgiye dayalı bir öngörüyle yetinmek zorunda kalarak bilimsel açıdan gerekçelendirmeye çalışıyoruz elimizden geldiğince.
Bizi var eden algılarımızdan başka bir şey değil. Dünyayı nasıl algılıyorsan öyle var ediyoruz. Bilinçaltımızı yerleşik fikirlerden, basmakalıp yargılardan arındırmadığımız müddetçe ne sahih bir geçmiş çözümlemesi mümkün olabilir ne de rasyonel bir gelecek planlaması. Zincirlerinden kurtulması gereken tek şey zihnimiz aslında.
Çünkü disipliner iktidar davranış alanı kısıtlı, istediği gibi hareket edemeyen "uysal bedenler"e dönüştürdü insanı. Bu durumda aşkın ve cinselliğin tabiiliğinden söz edebilir miyiz? Foucault'nın "biyo-politik kontrol" olarak adlandırdığı bu durum aslında modern söylemin bedeni pasifize etmesidir. Sosyal medya müptelalığı bedenin pasifize edilmesiyle başladı. Bir yerden bir yere fiziki mesafe kat eden insan bile sürekli denetimin yol açtığı düşünsel durağanlık nedeniyle aslında ilerlemiş olmuyor. Bir özdisiplin yoksunluğu olan müptelalık aslında şeylerle fetiş derecesinde ilişki kuran insanın kişisel algısında zamanın donmasına neden oluyor. Sanal çağ zamanı donduruyor kısaca. Şuur yitimi bunun en büyük göstergesi.
Gelecek fikri o kadar çok ki geleceğin kendisi bir türlü gelmiyor.
Gelecek, hızla geçmişe dönüşüyor.
Temelsiz bir beklenti, amaçsız bir ivme ya da saplantılı bir önyargıdan ibaret kalıyor. Soyut yaklaşımların kıskacında kendi gerçekliğinden mahrum oluyor. Gerçeklik yitiminin temelinde düşünsel pratiklere yatırım yapmaktansa maddi koşullarını iyileştirmeyi ideal yaşam olarak görmenin de payı var elbet.
İdeolojilerin birer meta anlatı olarak zirveye çıktığı ve ardından binlerce insanı sürüklediği dönemde ütopyacı anlayış belki uzak gibi görülen, gerçekleşmesi imkânsız sanılan bir gelecek tahayyülü sunuyordu. Kollektif amaç altında birleşen insanlar, hiç değilse, geleceğe umutla bakabilme şansına sahiptiler. Bütünlüklü ve sistematik bir disipliner yaklaşımla geleceği ortaklaşa inşa etmenin hâl çareleri üzerine fikir yürütüyorlar ve gerektiğinde zülfüyâre dokunmaktan çekinmiyorlardı. Günlük yaşamın erk mekanizmaları ya da Althusser'dan mülhem söyleyecek olursak devletin ideolojik aygıtlarıyla tanzim edilmesiyle birlikte bedenin pasifize edilmesi insanı uzun vadeli bekleyişlerin beyhudeliğine inandırdı, arzuları uzun soluklu hayallere dönüştürmek yerine ânlık tatminlerle gidermeyi yeğledi. Tekrarın tekrarının makbul karşılanması ve aynı gökyüzü altında yeni bir söz söylemenin imkânsızlaşmasıyla geleceğe dair ortak bir tahayyülden bahsedemez hale geldik. İnsansız kutuplaşma diyorum buna. Birden çok hizip varlığını sürdürüyor toplumda, hiçbiri otonom değil, her birinin benzer refleksleri var. Ancak kim içinde yer aldığı cenaha kendini yeterince ait hissedebiliyor?
Yeni dünya düzeni geleceği planlama yetkimizi elimizden alıyor. Günü kurtarmak zorunda kalınan bir toplumun yerinde sayması şaşırtıcı değil. Demokrasi son yıllarda tuhaf bir şekilde deformasyona uğrayarak varoluşsal görünümünü ve amacını yitirdiğinden beri aslında gücün tek elde toplanmasına dayalı bir girdabın içine çekiliyoruz. Bu, sadece yerel koşullarda yüz yüze kaldığımız bir hakikat değil, aynı zamanda dünya genelinde de rüzgâr ters yönde esiyor. İnsanlar arası mesafeyi sözümona kısaltan teknolojinin etkisiyle bu rüzgârın hızının arttığı da bir gerçek. Metroda, sokakta, kafelerde dip dibeyiz, ama birbirimizden fersah fersah uzaktayız aslında. Sahih bir iletişim kurulamıyor, insanlar hasbıhal etmekten muhabbet seviyesine yükselemiyor, yüzeysel ifade biçimleri duygusal ve düşünsel sığlaşmaya neden oluyor.
İnce ince düşünülmüş soruların değil, acele cevapların çağında yaşıyoruz. İmajlar benliğin kendine verdiği sahte cevaptır. Soru sormak kuşkulanmaktır. Cevap bulmak ise belli bir çerçeveyi dayatmaktır. Soru sorma yetisini yitirmenin trajedisini yaşıyoruz. Bu yüzden mi yolda ilerlerken manzara değişmiyor acaba?
Bilgi ürettiği içeriği, iletişimi ve toplumsalı yutar, anlamı yok eder ve toplumsalı yeniliğin aksine tam anlamıyla puslu bir bilgi yokluğunun içine sokar, der Baudrillard. Yani bilgi kirliliği bir anlamda bilgi yokluğu. Sosyal medya hiper- gerçeklik üretim merkezi bir nevi.
Teknolojik yakınlık insani yakınlığa köstek oldu; iletişimsel uzaklık yarattı; bizi uzay çağına değil, ufuksuzluk çağına taşıdı, ufuksuzluk yani geleceksizlik çağına. Gelecek, geleceğin ta kendisi değil, simulakrası bile değil. İçinde mi dışında mı olduğunu kestiremediğimiz uçsuz bucaksız bir meta-zihinde ne tarafa gideceğini bilmeyen androidler gibi dolaşıyoruz. İnsanlık varlığını sürdürmek için bilincini kurban etti.Varoluşunu biricik kılma ihtimali tehdit altında sürekli. Kendini değil, suretini aramaya başladı böylece. Sanal benliklerle bilinçsel eksiğini tamamlamaya çalışarak.... İşte tam da bu yüzden bilinçsizlik, geleceksizliği doğuruyor.
Geleceğin bilinemezliği ürpertici olmanın yanı sıra, tuhaf bir ön kabulle kendini akışa bırakan bir toplum haline getirdi bizi. O halde hangi gelecekten söz edebiliriz? Nasıl bir gelecek bekliyor bizi? Gidişat üzerine söz söyleme imkânı/ yetkisi elinden alınan bireylerin ortak bir gelecek fikrinde buluşması nasıl beklenebilir? Nostaljinin kutsanması, sorgulayıcı belleğin işlevini yitirmesi, temsili ilişkilerin görünürlük sevdasına yenik düşmesi, taklidin kötü bir taklidinden ibaret olan günümüz sanat ortamının yaratıcılığı teşvik etmek şöyle dursun hazır üretim ve tüketimi besleyen sloganlarla alkış toplaması karşısında iyimser bir gelecek beklentisi mümkün değil. Ahlaki yozlaşma toplumun her katmanına sirayet etti. Temiz kalan hiçbir şey yok. Biz esefle bakanlar dışında kimse hicap duymuyor. Başkaları adına utanmakla geçiyor ömür. Günden güne daha ağır çekiyor kalp! Gelecek giderek insansızlaşıyor ne yazık ki.
Aynı güneşin altında yeni bir söz söyleyebildiğimizde gelecek hakkında sarih bir kelâm edebiliriz ancak. Bizi ne geçmiş ne gelecek yan yana getirebiliyor artık.