"Evleri boyuyormuşsun" diyor adam.
"Evet, arada marangozluk da yapıyorum" yanıtı geliyor hattın öbür ucundan.
Adını büyük yönetmenler arasına yazdırınca seyircinin beklentisi büyük oluyor haliyle. Netflix’te "vizyona giren" İrlandalı (The Irishman) filmini seyredenlerin çoğu umduğunu bulmuşa benziyor. Tipik bir Martin Scorsese filmi zaten. Çizgisini bozmamış kesinlikle, tekrarın tekrarına da düşmemiş değil açıkçası. Empire dergisine verdiği röportajda süper kahramanları beyaz perdeye taşıyan Marvel’ı topa tutmuştu M. Scorsese. Bu tür filmlere gitmenin tematik parkları ziyaret etmekten farksız olduğunu ifade etmişti ezcümle. İtirazının ya da şikayetinin temelinde Spiderman, Avengers gibi filmlerin çekilmesinden ziyade piyasa ekonomisinin sinema sektörünü iyice ele geçirmesi, sanat filmlerinin alıcısının giderek azalması yatıyor aslında. Marvel filmlerine rağbetin 2000’lerden bu yana artması, seri filmlerin gişe başarısı yeni kuşağın beğenisinin yozlaştığının göstergesi. Ancak bu durumu arz-talep faktörüne indirgemek sanatın yozlaşmasında payı olanların sorumluluğunu görmezden gelmek demek.
Scorsese ise çoğunlukla büyük bütçeli, iyi filmler çekerek hem gişe başarısı yakaladı hem klasik sinema seyircisinin gözündeki yerini korudu daima. Bugüne dek yirmi beş film çeken yönetmen her ne kadar sadece Köstebek filmiyle En İyi Yönetmen Oscar heykelciğini kucaklasa da, ilk filmi Who’s That Knocking için "Bu film Yurttaş Kane’e bin basar evlat, aferin" diyen yönetmen John Cassavetes’in övgüsüne mazhar olmuştu. New York Üniversitesi’ndeki hocası Haig Manoogian’ın dediği gibi her zaman anlatacak bir hikayesi vardı.
Son filminde ise İrlandalı lakaplı tetikçi James Sheeran’ın gözünden Uluslararası Teamsters Kardeşler Birliği’nin başkanı Jimmy Hoffa’yı anlatıyor, elbet hikayeyi başa sararak. II. Dünya Savaşı’nda gözü kara bir asker olan James Sheeran daha sonra evlenip çoluk çocuğa karışır ve kamyon şoförlüğü yaparak biftek ticaretine girer, ardından Buffalino suç örgütünün tetikçisi olur ve bir gün yolu işçi lideri Jimmy Hoffa ile kesişir. John Kennedy’nin başkanlığı döneminde Adalet Bakanı olarak göreve getirdiği kardeşi Robert Kennedy’nin rüşvetçilik ve yolsuzluk suçlamasıyla karşı karşıya kalan, beş yıl hapis yatan ve sendikacılık faaliyetlerine son vereceği koşuluyla Başkan Nixon tarafından serbest bırakılan Jimmy Hoffa’nın Amerikan halkının gözünde bir efsaneye dönüşmesi boşuna değil. 1964’te tüm sürücülere maddi ve sosyal imkanlar sağlayan ulusal çapta toplu iş sözleşmesi yapmış tek sendika lideri. 1958’den beri başkanlığını yürüttüğü sendikanın, görevini bıraktığı tarihte yaklaşık 1.5 milyon üyesi olduğu düşünülürse taşımacılık sektöründeki grevin Amerikan ekonomisini nasıl çıkmaza soktuğu ortada.
Robert de Niro ve Martin Scorsese İrlandalı’yla birlikte dokuzuncu kez bir araya geldi. Al Pacino ve Robert de Niro ise 4. kez aynı filmde buluştu. Yıllardır Al Pacino ve Robert de Niro hayranları oyunculuk performanslarını kıyaslayıp dururlar. Irishman her ne kadar Robert de Niro’nun canlandırdığı James Sheeran’ın hayatını anlatsa da gerek Jimmy Hoffa’nın hikayedeki kilit rolü, gerek Al Pacino’nun tutkulu ve alengirli bir karakter olan Hoffa’yı abartılı oynaması ilginin Hoffa’ya kaymasına sebep oldu. Danny DeVito’nun 1993’te yönetmen koltuğuna oturduğu Hoffa adlı filmde bir halk kahramanına dönüşen sendika liderini oynayan Jack Nicholson daha başarılıydı.
Mafya tetikçisi James Sheeran temkinli, soğukkanlı, poker suratlı, güvenilir, sadık ve işi gereği dikkat çekmemesi gereken düz bir karakter. Robert de Niro gibi ışığı yüksek bir oyuncu için ters köşe. Sade oyunculuğuyla daha özgün bir portre çiziyor bana kalırsa. Yine de filmin gözde oyuncusu açık ara farkla Joe Pesci! İyi ki rolü kabul etmiş.
Scorsese İrlandalı’yı çekimler sırasında finansal destek aldığı Netflix platformunda seyirciyle buluşturdu. Klasik sinemaya tutkuyla bağlı bir yönetmen, filmini internet seyircisinin ayağına getirmese iyi olurdu. Film, sinema salonunda izlenir, dev beyaz perdede ve karanlıkta. Scorsese’nin 90’lı yıllardan itibaren çektiği tüm filmleri sinema karanlığında görmüş biri olarak Irishman’ı bilgisayar ekranında seyretmek haliyle pek içime sinmedi doğrusu. Filmi tek oturuşta bitiremememin sebeplerinden biri bu.
Erkek anti-kahramanlara odaklanan filmlerindeki maskülen havaya, uzun diyaloglara, kaydırma çekimlerine, donup kalan görüntülere, müziği boca ettiği yavaş çekimlere, katolik öğelere, sade metaforlarla bezediği derli toplu anlatımına alışkın sadık bir Scorsese seyircisi olarak, sabık filmlerindeki sinema dilini bulmayı bekliyordum, fazlasıyla buldum da. Yönetmenin asla belli bir çıtanın altına düşmeyecek sinema aşkı her sahnede hissediliyor. Ancak onu Martin Scorsese yapan anlatım öğelerini tekrar etmesinin sıkıcı bir tarafı da yok değil.
Uzun, rahat, geniş bir film Irishman. Telaşsızca akıyor ama yer yer gevşiyor anlatım. Gereksiz bir sahnesi yok belki, ancak bazı sahnelerde diyaloglar laf kalabalığı gibi duruyor. Gerçi uzun yıllara yayılan bir hikayeyi bağlamdan kopmadan anlatıyor. İrlandalı farklı dönemlere uygun birçok mekanda çekilmiş, filmde kullanılan gençleştirme teknolojisi (de-aging) de oldukça maliyetli. Hikayenin başında James Sheeran 39 yaşında. 76 yaşındaki Robert de Niro’yu 39 yaşında görmek elbet çok hoş. Bir söyleşide efektle yüz gençleştirmenin yeterli olmadığını, her çekim öncesi kendine 39 yaşında bir adam gibi davranmasını gerektiğini hatırlattığını söylemişti.
Amerikan hükümeti, Uluslararası Teamsters Sendikası ve organize suç örgütleri yani mafya arasındaki ilişki trafiğinde hikayeyi kimin galebe çalacağına dayalı bir güç savaşına dönüştürmekten ziyade, her zamanki gibi karakter odaklı bir anlatım seçmiş M. Scorsese. Kurşun sesleriyle birlikte çiçek aranjmanlarını göstererek, suç aleti silahların göle atılma sahnesini tekrar tekrar vererek şiddeti örtük bir dille aktarmayı tercih etmiş. Tekrar sahnelerine sık başvurmuş, ilk başta biftek dağıtan kamyoncu Sheeran’ın tırın arka kapısını açıp kapatması, sonra Bufalino için çalıştığı dönemde haraç olarak aldığı para dolu zarfları torpido gözüne koyması gibi sahneleri peş peşe göstererek zamansal ilerlemeyi vermesi klişe bir yöntem. Bufalino ve Sheeran’ın Hoffa hakkında konuştuğu, Sheeran’ın Hoffa’yı ikaz ettiği sahneler de uzadıkça uzuyor.
J. Sheeran’ın kızları arasında sadece Peggy’le olan ilişkisine odaklanılmış, çocukluğundan beri hassas ve ilkeli biri olan Peggy babasını işinden dolayı sessizce suçladığı halde, sadece görünen yüzünü bildiği Hoffa’ya ise açıkça hayranlık duyuyor. Peggy, çocukluğundan yetişkinliğine kadar geçen sürede Sheeran’ın vicdanından ziyade yumuşak karnını sembolize ediyor. Bu mesafeli ilişkinin duygusal tarafı Sheeran aslında. Bu arada, Peggy’nin yetişkinliğini oynayan Anna Paquin gözlerini konuşturmuş resmen.
Cezaevi yıllarından sonra hayatının son dönemini huzurevinde geçiren James Sheeran’ın anlatımıyla Bufalino ve Sheeran’ın eşleriyle beraber düğüne gitmeleriyle başlayıp geri dönüşlerle devam eden filmde Steven Zaillian’ın, Charles Brandt’ın I heard you paint houses adlı kitabına sadık kalarak yazdığı senaryo gereği James Sheeran, Jimmy Hoffa’yı Detroit’te bir evde öldürüyor. Bu gerçeği yıllar sonra itiraf ediyor elbet. Hoffa’nın cesedi tüm aramalara rağmen bulunamadığı gibi, bugüne kadar cinayeti 14 kişi üstlenmiş. Dolayısıyla Hoffa’nın kim tarafından nasıl öldürüldüğüne dair kesin bir bilgi yok.
Sheeran park sahnesinde başında Teamsters Emekli şapkasıyla yetkililerin sorularına elle tutulur bir yanıt vermediğinde tetikçiliğin, iz bırakmadan adam öldürmekten daha önemli bir kuralına sadık kalıyor aslında: Sır tutmak.
Ya "evleri boyamanın" vicdan azabı? "Aileler için pişmanlık hissediyor musun?" diye soran papaza verdiği cevap bireyin suçla ilişkisini özetliyor aslında.
Asıl soru şu: Her şeye rağmen bugün Amerika’da Hoffa’yı kaç kişi hatırlıyor, gelecek kuşaklar için Hoffa ne ifade edecek? Hak arayışı, adil ücret, sigorta ya da yolsuzluk, kaçakçılık, rüşvet ne ifade edecek hız ve tüketim çağında? M. Scorsese’nin bir dönemi nesnel bir yaklaşımla anlattığı İrlandalı filmi hafızanın ağır kapısını aralıyor. Ne de olsa, sinema biraz da bunun için var.