"Lütfen dikkat edin: Eğer bugün intihar ediyorsam bu ekonomik nedenlerle değil, politik nedenlerledir. Çünkü hayatımı mahveden feministleri öbür dünyaya yollamaya karar verdim" yazıyordu intihar mektubunda. Uzun süre gizli tutulan bu mektup gazeteci Francine Pelletier'in eline geçip La Presse gazetesinde yayımlandığında vahşeti hatırlayanların tüyleri bir kez daha diken diken olmuştu. İntihar mektubuna, 19 kadının isminin yer aldığı ölüm listesi de iliştirilmişti. Listede F. Pelletier'in yanı sıra Quebec'in ilk kadın itfaiyecisi ve polis komiseri de bulunuyordu.
İlk kurban Mary Laganiere öğrenim gördüğü Montreal Üniversitesi Mühendislik Okulu'nun koridorunda genç bir adam tarafından 6 Aralık 1989'da akşam üzeri saat 5 civarında öldürüldüğünde henüz 21 yaşındaydı. Katil elindeki silahla 10 kadın ve 48 erkek öğrencinin bulunduğu 303 no'lu sınıfa girdi. Tavana iki kurşun sıkarak var gücüyle bağırdı: "Kadınları istiyorum. Feministlerden nefret ediyorum." Erkek ve kadın öğrencileri ayırdı, kadın öğrencileri duvarın önüne dizdi, rastgele ateş etti. Altı kadın öğrenci öldü, diğerleri yaralı kurtuldu. Sonra ilk kata inerek kantine gitti, dört kadını daha öldürdü. Ardından üçüncü kata çıktı, 311 no'lu sınıfa girdi. Masaların altına saklanan kadın öğrencilere ateş ederek dördünü öldürdü. Katliam sadece yirmi dakika sürmüştü.
6 Aralık 1989'da vahşete Montreal Katliamı adı verildi. Montreal Üniversitesi Katliamı yerine Montreal Katliamı denmesinin nedeni acıyı tüm şehir halkının paylaştığını vurgulamaktı. Otuz yıl geçmesine rağmen Montreal Katliamı'nın yası tutuluyor, katledilenler her sene anılıyor.
4 kurşun yediği halde hayatta kalan Nathalie Provost katliam hakkında yıllar sonra konuşabilmiş, böyle bir vahşete tanıklık etmenin zorluğundan bahsetmiş ve "Bu anti- feminist bir saldırıydı. İlk andan beri belliydi" demişti.
Saldırıyı yedi gün boyunca ince ince planlayan, avlanacağını söyleyerek av tüfeği satın alan 25 yaşındaki Marc Lepine katliamı bitirdikten yaklaşık yirmi dakika sonra kafasına sıkarak intihar etmişti. Yukarıda giriş kısmını alıntıladığım intihar mektubu katilin amacını açıkça gözler önüne seriyordu.
"Feministlerin beni çileden çıkarma konusunda her zaman yeteneği var. Kadın olmanın avantajlarını ellerinde tutmak istiyorlar" yazmış ve sonra şöyle eklemişti: "Ellerine her fırsat geçtiğinde, erkekleri yanlış tanıtmaya çalışıyorlar."
Bu son cümle, belli çevrelerin feminizme bakışını özetler nitelikte. Feminizmin erkekleri kötüleyen bir doktrin olarak takdim edilip itibarsızlaştırılması hareketin asıl amacını gölgeleme çabası kısaca. Kadınları, erkekleri yanlış tanıtmakla suçlayarak günah keçisi ilan etmenin tarihi, insanlık tarihi kadar eski. Kadına yönelik nefretin kökleri Milat'tan öncesine uzanıyor. Mizojini zaman ve coğrafya fark etmiyor. Havva ve Pandora'dan bu yana kadını günah keçisi kabul etmek erkeğin kendine toz kondurmama, kendini suç ve günahtan muaf tutma çabası aslında. Kadınların demokratik kazanımlarını güç kaybı olarak gören erkeklerin hegemonyalarını korumak adına işledikleri suçların haddi hesabı yok. Gündelik hayatta bilen/öğreten rolüne soyunup ahkam kesmekten tutun da sözlü/fiziksel şiddete kadar.
Marc Lepine intihar mektubuna son anda şu sözleri eklemişti: "Zaman yetersizliği bu radikal feministlerin hayatta kalmalarına izin verdi." 19 kişilik ölüm listesine rağmen 14 kişiyi öldürmüştü. Pişmanlık duymak şöyle dursun, daha fazla kadını öldüremediği için hayıflanan katilin suretinde tipik erkek şiddetini görmek mümkün.
Montreal Katliamı ne ilk ne de sondu. Kadına yönelik şiddet ilk çağlardan bu yana katlanarak devam etti. Ne aklın yüceltilmesi ne sosyal reformlar ne bilimsel ilerleme erkek şiddetini azalttı.
Maalesef kadın-erkek eşitliğine inanan, daha adil bir dünya için kadınlarla aynı göz hizasında durduğunu söyleyen erkeklerin bile, patriyarkanın bilinçaltlarına işlemiş izlerini tamamen silemediklerini görüyoruz. Bilgili, sözünü esirgemeyen, kendi ayakları üzerinde duran kadının varlığı bir tehdit gibi algılanıyor. Aslında doğru, boyun eğmeyen her kadın, sebeb-i varlığını üstünlük ve güce dayandıran erkeği tahtından edecek bir tehdit. Cinsellik ve evliliği tahakküm biçimi olarak gören patriyarkal sistem için kadınların başkaldırısı tehlike arz etmiştir. Roma İmparatorluğu'ndan bu yana ilk kez 1642'de 400 kadın politik bir eylem için bir araya gelerek "Biz hiç evlenmeyeceğiz ve yaşamımızın geri kalanını bu berbat esarete zincirletmeyeceğiz" diye şarkı söylediler. Çünkü 16. ve 17. yüzyılın ideal kadını kocasına boyun eğen, yumuşak huylu, zayıf karakterli kadındı.
Günümüzde de kadının konumlandırıldığı yer farklı değil. Kadın ilişkiyi ya da evliliği bitirme hakkı yok 'tipik' erkeğin gözünde. Aynı şekilde erkeğin cinsel isteğine boyun eğmeyen pek çok kadın öldürülüyor. Hintli kısa film yönetmeni Daniel Shravan dört gün önce "Kadınlar tecavüze direndiği için öldürülüyor. Tecavüze ceza kaldırılsın, kadınlar boyun eğmesini öğrensin, kondom taşısın, böylece erkekler öldürmek zorunda kalmasın" dedi. Sosyal medyada tepkiler çığ gibi büyüse de, bu korkunç bakış açısına sahip birçok kişi var.
Kadınlar öldüğüyle, tecavüze uğradığıyla kalıyor. Erkek failler ya ceza almadan kurtuluyor ya da iyi hâl, af derken kısa süre sonra serbest bırakılıyor.
Devlet, kadın cinayetlerinin önlenmesi adına somut hiçbir adım atmadığı için yüzlerce kadın haklı bir eylem gerçekleştirdi. İstanbul ve Ankara'da bir araya gelerek, dünyanın tanıdığı Las Tesis hareketinin ses getiren eyleminden ilhamla dans edip şarkı söyleyen kadınların sloganları sakıncalı bulundu. Başına gelenlerden dolayı kadını hatalı gösteren zihniyete haklı olarak karşı çıkan sözlerdi bunlar. "Suç bende değil her nerdeysem, ne giydiysem suç bende değil" demişti kadınlar. Sözümona, vatandaşının can güvenliğini korumakla mükellef devletin polisi, erkek şiddetine karşı omuz omuza veren kadınları yaka paça gözaltına aldı. Değme katilleri kolundan hafifçe tutarak emniyete götürdüklerini gazetelerdeki fotoğraflardan, ekrandaki görüntülerden bildiğimiz güvenlik güçleri erkek şiddetine karşı İstanbul Sözleşmesi'nin, 6284'ün uygulanmasını isteyen kadınları arkadan kelepçeleyerek ite kaka götürdü emniyete. Şiddete karşı birleşen kadınlara bir de devlet eliyle şiddet uygulandı kısaca.
Altını çiziyorum, temel hak ve talepleri sakıncalı bularak barışçıl bir protestoyu itibarsızlaştırmak, erkek şiddetine davetiye çıkarmaktır. Devletin gözü, gelişmemiş toplumlarda halkın bakış açısını belirler ne yazık ki. Gelişmemişlikten kastım muhakeme becerisinden yoksunluk, yani kendi aklıyla düşünememek. Hal böyle olunca, zorbalığı kendinde hak gören, merhamet ve utançtan yoksun erkeklerin çoğalması doğal.
Bir erkek Şule Çet'e tecavüz etti, pencereden aşağı attı, başka bir erkek eski karısı Emine Bulut'u kızının önünde bıçakladı, başka bir erkek sırf zayıf kadınları öldürmek istediği için Ceren Özdemir'i evinin önünde bıçaklayarak katletti, Hatay'da cezaevinden kaçan Ahmet Kaya, boşanmak isteyen eşi Sibel Kaya'yı bıçaklayarak öldürdü.
Birleşmiş Milletler'e göre, dünyada son bir yılda 87 bin kadın öldürüldü, bu da demek ki 87 bin erkek katil var. Hırpalanıp dövülen, ölümle tehdit edilen, kasıtlı saldırılardan şans eseri kurtulan kadınlara zulmedenleri de eklersek suçluların sayısı rahatlıkla üç katına çıkar. Tecavüz, taciz gibi cinsel istismarda bulunanlarla birlikte tablonun vahameti ortada. Bu, artık kelimenin tam anlamıyla "cins-kırım" yani femisid. Türkiye'de kadınların yüzde 38'i şiddete maruz kalıyor.
Cezaların caydırıcı olup olmaması bir yana erkek şiddetinin beslendiği yanlış kanaatlere, suç öncesinin işleyişine bakmak gerekiyor. Aileden eğitim kurumlarına erkeği üstün tutan zihniyetin sızdığı sosyal yapılar köklü bir değişime tabi tutulmadıkça erkek şiddetinin önüne geçmek zor. Suç sonrası kadar suç öncesinin de konuşulması lazım.
Kadın tarih boyunca ya koruyup kollanması ya da zor kullanarak hizaya getirilmesi gereken edilgen bir varlık olarak gösterildi. Antik Yunan 'dan itibaren günah işlemeye yatkın görüldü. Demokritos kadınların düşünmemesi gerektiğini, bunun kötü sonuçlar doğurabileceğini söylemişti. Platon'un İdealar kuramı Pandora söylencesini pekiştiriyordu, Aristoteles ise Batı düşüncesini iki bin yıl boyunca etkisi altına alacak söylemleriyle kadına yönelik nefretin temelini sağlamlaştırmıştı. Aydınlanma Çağı filozofları kadını erkeğe göre zayıf bularak geleneği bozmadılar. Felsefeden sanata, bilimden spora kadınlar tüm alanlarda var oluş mücadelesi verdi, ağır bedeller ödediler daima. Eril zihniyet, kadının haklı mücadelesini hiçbir zaman sindiremedi.
Kadını kendi doğasından kaynaklanan bir zayıflıkla malul görmek, doğal bir ön kabulle yerleşmişti insanlığın bilinçaltına. Bu düalist anlayış neticesinde, erkek 'bilen, öğreten özne' olarak konumlandırıldığı yerden kadının yaşamını şekillendirmeyi kendinde hak gördü tarih boyunca. Kadın kendi kaderini tayin etme hakkından mahrum bırakıldı.
Erkeğin sesine boğulmuş bir dünyada kendi sözünü yükselten kadınlara yönelik nefret hiç değişmedi. Eskiden de cadı ilan edilmiştik, yine cadıyız. Madem öyle, cadılığa da devam edeceğiz! Ta ki öfkeden gözü dönmüş erkeklerin zulmü hukuk eliyle bitene kadar. Erkek şiddetinin son bulduğu bir dünyada yaşamak istediğimiz için cadı ilan ediliyorsak ne mutlu cadıyım diyene. Birimiz daha canından olmasın diye omuz omuza verdiysek, dövseniz de sövseniz de pes etmeyeceğiz. Koca dayağı ile polis dayağı arasında zerre fark yok. Aynı sakat zihniyetten besleniyor. Gücün fiziksel tahakküm olarak görülmesine karşın akıl, sağduyu ve vicdandır bizim pusulamız, işaret fişeğimiz. İdeolojik mistifikasyona rağmen feminizmin ne olduğunu sabırla anlatmaya devam edeceğiz.
Ve elbet erkek şiddetine karşı mücadele etmeye de!