Savaşın sonunu sadece ölüler görür, der Platon. Tüyler ürpertici bir keskinlikle hakikati insanoğlunun yüzüne vurur bu söz.
Savaşlar, medeniyet tarihi boyunca, zaman zaman şiddeti azalsa da, kılık değiştirse de, farklı coğrafyaları talan etse de daima hüküm sürmüştür.
İnsan öldürmek hem silah sanayii hem çıkar grupları için kârlı oldukça bir halkın başka bir halkı yok etme, tahakküm altına alma çabası meşru görülmeye devam eder. Şiddet kaynağına ve türüne göre sınıflandırılır ve kendini haklı görmek için sebepler icat eden bir kesimin elinde olağan ve gerekli bir yöntem olarak kabul görür. Savaşın doğasına topyekün karşı olmak demek, savaşmak için gerekçeler öne süren bir zihniyetin her koşulda karşısında durmak, savaşın mecburiyet olarak sunulmasına rağmen barışın yanında durabilmek demektir. Savaş ne ilk çare ne son çaredir. Şiddetin haklılığı üzerine kurulan her cümle şiddeti onaylar ve o şiddetin bir parçası olur.
Fakat insanlık tarihi, savaş güzellemeleriyle şiddet karşıtı söylemlerin mücadelesi olmuştur aynı zamanda. Adı, tarihi, yeri değişse de savaşlar devam etmiş, savaşçılık ruhu kutsanmıştır. Halbuki insanın tek bir savaşı vardır, kendi iradesi ve nefsiyle olan savaşı.
İyiye, doğruya, erdemliliğe sadık kalma derecesi insanın kudretli tarafıdır. Kötülüğe, zorbalığa, adaletsizliğe rağmen liyakatı, hoşgörüyü, umudu ve direnci muhafaza edebilme yetisi insanın savaşçı tarafıdır. Her şeye rağmen ayakta kalabilme becerisidir hayata karşı verdiğimiz savaş. İçimizdeki kötüyü bastırarak, iyi kalmayı seçerek, her daim iyiliği salık vermeyi tercih ederek, iyinin yanında yer alarak ve iyinin neresi olduğunu bilerek…
Bahman Ghobadi’nin Kaplumbağalar da Uçar adlı filmindeki çocuk karakterlerden biri, diğerine film boyunca savaşın bitmesine kaç gün kaldığını sorar. O son hiç gelmez.
Savaşın sonunu yaşayanlar görebilir mi peki? Diyaloğa yeşil ışık yakan ve uzlaşmayı odağa alan her yaklaşım olumlu sonuçlarını er geç verir. Referandum ve müzakere süreçlerine ılımlı bakmak ve bir halkın kendi kaderini tayin hakkını teslim etmek demokratikliğin ve medeniliğin başlıca koşullarındandır.
25 Eylül 2017’de yapılacak referandum Kürtlerin Ortadoğu’daki yaşam alanını ve bekasını yeniden belirleyecek ve buna tahammül dahi edilememesi abesle iştigaldir. Öncelikle referandum yapılması gayet demokratik ve insani bir durumdur. Ancak olası referandum sonuçlarının hangilerinin hangi devletlerin lehine veya aleyhine olacağını hakkaniyetli bir bakış açısıyla değerlendirmek de bir o kadar elzemdir. Sonucun uzun vadede ne gibi koşullara sebebiyet vereceği üzerine çeşitli değerlendirmeler yapılabilir, farklı görüşler beyan edilebilir şüphesiz.
Şayet Kürdistan’ın bağımsızlaşmasının gerek mikro düzeyde yani ülke içinde gerek makro düzeyde dünya konjonktüründe hem ticari hem siyasi açıdan değişimlere yol açacağı aşikar. Bu değişimlerin hangi kısımlarının olumlu hangi kısımlarının olumsuz yönde değerlendirileceği devletlerin şahsi beklenti ve menfaatlerine göre farklılaşacaktır. Fakat potansiyel tehlike olarak görülen bu sebepler referandumun iptali için yeterli mi? Bir halkın tek başına var olma istek ve çabasına ket vurulması, şahsi menfaatler uğruna, bir halkın kendi kendini yönetmesi gibi evrensel bir hakkı hiçe saymak demektir.
Open Think Tank düşünce kuruluşunun yaptığı ankete göre, halkın yüzde 76’sı Kürdistan’ın Irak’tan ayrılmasını istiyor. Bu ankete yaşları 18-65 arasında değişen 677 kadın ve erkek katılmış. %17’lik bir kesim Irak’tan ayrılmak istemiyor, geri kalan kesim ise kararsız.
Anket yapıldıktan sonra Kürdistan Yurtseverler Birliği referandumu desteklemeye başladı, bu da ‘Evet’ sonucunun çıkma ihtimalini güçlendiriyor.
Türkiye, İran ve Suriye ise Kürdistan’ın Irak’tan ayrılma kararına karşı çıkıyor ve Irak’ın toprak bütünlüğünü koruması gerektiğini savunuyor. İsrail ise bu ayrılmayı destekliyor, Araplara karşı müttefik olabileceği yeni bir güç olarak görüyor bağımsız Kürdistan’ı. Haritanın yeniden çizilmesinin bölgenin ticari ve siyasi gidişatında yeni fay hatları yaratacağı muhakkak. Böyle bir ayrışmanın başta Türkiye olmak üzere, diğer coğrafyalarda yaşayan Kürtler için rol model teşkil edeceği endişesi de var. Öte yandan, ayrılma kararının Araplar ve Türkler arasında çatışmaya yol açma ihtimali bölgedeki gerginliği tırmandırmış vaziyette.
Çok değil, bundan iki sene önce Recep Tayyip Erdoğan konuyla ilgili şöyle demişti:
“Bağımsız Kürdistan meselesini Irak’ın birinci derecede kendi iç meselesi olarak değerlendirmek gerekiyor. Yani Irak, kendi içinde eğer böyle bir eyaleti bu şekilde bölünme ile neticelendiriyorsa bu onun iç sorunudur, bizi ilgilendirmez.”
Ancak Türkiye, Irak ve İran Dışişleri Bakanları ‘referandum sonucunun bölgede yeni çatışmalara yol açma riski taşıdığı yönünde endişelerini’ ifade ederek referandumun yapılmaması yönünde ortak bir bildiri yayınladı.
İki yıl içinde bakış açısı neden değişti? Referandum Irak’ın iç meselesi ise, hâlâ çözülemeyen Kürt sorunu da Türkiye’nin iç meselesi değil mi?
Ve ayrıca bazı iç meseleler biraz da dış meseledir ve bu meselelerin birbiriyle etkileşimi de yadsınamaz.
Sonuçta, esas olan demokrasiden ne anladığımızdır.
Ve hangisine daha çok paye verildiğine göre alınan konumdur esas olan: Kürdistan’ın bağımsızlaşma kararının çıkmasının akabinde uzun vadede siyasi tanınırlığının kabulüne giden yolda ödenebilecek bedellerin olasılık derecesi mi, yoksa Türkiye genelinde belli aralıklarla devam eden savaşta halihazırda ödenmiş ve ödenmekte olan bedellere rağmen hâlâ dişe dokunur bir çözüm üretilememesi mi?
Kendi ülkesindeki çatışmaları önlemek için hiçbir adım atmayan bir hükümetin Irak’ta uzun vadede olumlu neticeler vereceği gayet açık olan bir referanduma, çatışma çıkma ihtimaline kuvvetli gözüyle bakarak canla başla karşı çıkması epey çelişkili.
Kürt sorununun çözümünün Türkiye’nin geleceği açısından birincil derecede önem taşıdığını söyleyenlere karşı bugüne dek belli bir kesim tarafından hep aynı argüman geliştirildi. Kürt sorununun çözümünü Türkiye’nin diğer sorunları arasında ön plana çıkarmanın sakıncalı olduğunun durmadan altının çizilmesi, sorunun şiddet dışı çözümlerine yönelik her türlü girişimin bir başka şekilde itibarsızlaştırılması ve dolayısıyla bir kenara atılmasıydı neticede.
Çatışmaları önlemek adına şiddet dışı bir yol denenmesi elzem. Ve şiddet dışı yollar, çözümü sadece şiddette arayanların işine gelmeyeceğinden yeni bir şiddete başvurulması ihtimali her zaman vardır. Çatışma ihtimalini yok etmek için gerekli tedbirlerin görüşülmesi ve alınması gerekir. Çatışma ihtimaliyle şiddet dışı girişimlerin önü bu şekilde tıkanır durursa kısır döngüden çıkılmaz ve farklı çıkar gruplarının birbirine ters düşen beklentileri sırayla karşılanır, kaybeden ise halk olur.
Kürdistan’ın bağımsızlık idealinde yeni gelişmelerin ne olacağını önümüzdeki günlerde hep birlikte göreceğiz. Peki, Türkiye topraklarındaki Kürt sorununun çözümü için neler yapılacak? Artık bunun için masaya oturulması şart. Hükümetin bu yöndeki çözüm önerisi ne ve hangi adımları atmayı planlıyor? Bununla ilgili yeni yol haritası ne olacak? HDP milletvekilleri hapse tıkılarak, bazılarının milletvekilleri düşürülerek eskisinden de geriye gidildi. Çözüm sürecini tıkayan sebeplere her gün bir yenisi ekleniyor.
Son olarak 21 Eylül’de Taksim Hill Otel’de 19.00’da yapılacak Musa Anter ve Özgür Basın Şehitleri Ödül Töreni OHAL gerekçe gösterilerek iptal edildi. Son kırk senedir asker, sivil, Türk, Kürt demeden her gün onlarca kişi bir türlü bitirilmek istenmeyen bu savaş yüzünden ölüyor. Sorunları diyalogla çözmek yerine ‘imha’ politikası devam ettiği müddetçe savaşın sonunu sadece ölüler görecek demektir.