Aşkın izini sürmek için en iyi yol, âşıkların mektupları olsa gerek.
Nâzım’ın Hatçesi'nden Marx’ın Jenny’sine uzanan sözler, en güçlü anlatımları aşkın.
Sözcüklerin gücü, o sözcüklere o gücü verenlerin anlatılarından, o anlatıların dayandığı aşktan besleniyor. Ve sonunda sözcükler de aşkı besliyor, üstelik ölümsüz kılıyor.
Ama aşk söz konusu olduğunda sözcükler en çok karşımıza “şiir” olarak çıkıyor.
Tarihin bilinen ilk yazılı aşk şiiri bir kil tabletin üzerine yazılmış; İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde bir cam dolabın alt rafında sergileniyor. Bugün Irak’ın sınırları içinde kalan Nippur Antik Kentinde bulunan tablet Sümer dili ile yazılmış. Dizeler, ülkelerine bereket gelmesi için o yıl kralla evlenen tanrıça İnanna’nın rahibesi tarafından söyleniyor.
“Damat, kalbimin sevgilisi Güzelliğin büyüktür, bal gibi tatlı Aslan, kalbimin kıymetlisi Güzelliğin büyüktür, bal gibi tatlı”1
Günümüz aşk şiirinin ilk öncülü derseniz, Dante’in Beatrice için yazdıklarıdır, sanırım.
Ve hemen sonrasında Hâfız gelir. Alev alev gazelleri kırmızı…
“Yare dedim: dudağın dudağıma değmez mi?
Madem ki istiyorsun, başüstüne!” demez mi
Dedim: dudağın Mısır haracı istiyor
Gücendi ve dedi ki: yoksa buna değmez mi?” (Hâfız)
Hafız’dan Goethe’ye, Doğu’dan Batı’ya ve sonra yeniden bir diğerine dolaşır sözcükler, hak ettiği yeri alır hep aşk.
Ey Fuzûlî çıhsa can çıhman tarîk-i ışkdan Reh-güzâr-ı ehl-i ışk üzre kılun medfen bana
(Ey Fuzûlî! Canım çıksa aşk yolundan çıkmam.
Mezarımı âşıkların gelip geçtiği yol üzerine yapın) (Fuzûlî)
“Duruyorum karşısında düşünceli,
Ayrılamıyor ondan gözlerim;
“Ne kadar hoşsunuz!” derken dudaklarım,
”Seni nasıl seviyorum!” diyor kalbim…” (Puşkin)
Aşkın anlatımı görsel sanatlara, resme, sinemaya düşünce, öpücükler alır başrolü.
Çok tutkulu kavuşmalar da vardır kimi sinema sahnelerinde, farklı izler bırakanlar da.
Uzay Yolu’nda Kaptan Kirk’ün siyahi rol arkadaşı Uhura ile öpüşmesi televizyondaki ilk ırklararası öpüşme olarak ön plana çıkar.
Şimdi ya da Asla filminde Edward Cole ve Carter Chambers karakterlerini canlandıran Jack Nicholson ve Morgan Freeman’ın ölmeden önce yapılacaklar listesindeki “dünyanın en güzel kadınını öpmek” imkansız görünür ilk önce. Filmin sonuna doğru Cole’un güzeller güzeli torununun yanağına kondurduğu bir öpücükle gerçekleşir dilek.
Hollywood’un pandemi dönemindeki çekimlerde öpüşme sahnelerini azalttığı bilinir. René Magritte’in başlarına doladıkları kumaşların arkasında öpüşen aşıkları 1920’lerden çıkıp günümüzde yeniden hayat bulur.
Ama öpüşme deyince Gustav Klimt’in tablosu başı çeker. Kalın boynuyla tablonun güç odağı olan esmer tenli erkeğin incecik beyaz tenli kadının yanağına kondurulan öpücüğü.
Yanağa konan bir başka öpücük ise hüzünlüdür. Alexander Munro’nun Paolo and Francesca ‘yı anlatan heykelinde elleri de birleşmiştir aşıkların. Yasak aşkları nedeniyle öleceklerini ve Dante’nin cehenneminde döne döne kavuşamayacaklarını bildiğimden içim acır.
İnsan kadar eski öyküsü aşkın.
Aşkla birlikte yürünen bir yol insanoğlunun tarihi.
Her mihneti kabul edilen bir yol arkadaşlığı onunkisi.
“Dünyâda ne ikbâl ne servet dileriz
Hattâ ne de ukbâda saâdet dileriz
Aşkın gül açan bülbül öten vaktinde
Yâranla tarab yâr ile vuslat dileriz”(Yahya Kemal)
Ama yine de, âşıkların mektupları anlatır aşkı en güzel.
“Taze, şeffaf sert ve yumuşak bir yemiş gibi ağzımda, renk renk bir çiçek gibi gözlerimde, bir bahar havası gibi burnumdasın.” (Nâzım Hikmet)