Halk arasında 'melengiç' de denilen 'menengiç ağacı'na bizim buralarda -Ege'de- 'çitlembik' derler. Aslen celtis cinsi ağacın çeşitlerine verilen admış; Antep fıstığı ve Sakız ağacı akrabası. Hatta aşılama ile menengiçlerden Antep fıstığı yetiştiriliyormuş.
Bin bir yüzü, bir sürü işlevi var.
Latince ismi pistacia terebinthus.
Çedene, çıtlık, bıttım..
Antepte menengiç meyvesinden kahve yaparlar. Ağacın meyveleri kavrulup öğütülüyor ve çoğu zaman sütle pişiriliyor. Tadı farklı geliyor ilk önce, sonrasında tiryakisi olunuyor.
Bıttım sabunu bu aralar pek meşhur, biliyorum.
Bu hafta kocaman bir çitlembiğe vuruldum. Bu sevdada yalnız değilim. Görenin sevdalandığı güzellerden bu ağaç. Bana da zaten adaşım tanıştırdı; Pınar arkadaşım. İlk tanışıklıkta geceydi, sonrakinde ise öğleden sonra. Bir önceki haftanın geceki kalabalığı yoktu. Daha doğrusu kimsecikler yoktu. Arabadan inince taş bir binanın yanından geçip denize uzanan alçak bir tepenin üstünde bulduk kendimizi. Bu kez, güneşin her detayı görünür kılan ışıklarının altında daha da görkemli.
Çeşme'nin uzak bir köşesinde tepeden basamaklarla inilen bir evleri var tanrı misafiri olduğumuz ev sahiplerimizin. Taş fırın, çıkrıklı kuyu ve tulumba yolunuz üzerinde. Leyla'nın büyük dedesi dikmiş bu ağacı. Ama nenesinin anlattığına göre asıl büyükannesi severmiş, korurmuş ağacı. Hatta oğullarından biri kesip bir dalını sırık yapınca bir güzel dayak yemiş anasından. Ondan sonra da dokunan olmamış ağaca. O da yıllar içinde büyüyüp serpilmiş.
Erkek bir ağaç bizim çitlembik. O minik tepede hükümranlık kurmuş. Burası benim dercesine sadece o var. Meyvesi yok ama rüzgârlar onu hemen ileride, yığma taş duvarının ötesindeki dişi bir çitlembikle kavuştururmuş her yıl. O ağaç meyve veriyormuş.
Tahta masa ve sandalyeler atılmış ağacın altına. Gösterilen sandalyeye oturuyorum; hemen sonrasında kahveler geliyor.
Buraların yerlileri olduklarını anlatıyor nenesi. Elbette göçlerle Boşnak damatlar ya da Sakız'dan Yunan gelinler de katılmış. Hepsi birbirini sevmiş.
Hüseyin dedeyi anıyoruz rahmetle.
Gazı bitmesin diye dikkatle yakılan idare lambalarının aydınlattığı erkenden yatılan bir gecenin şafağında Hüseyin dede değirmene un öğütmeye gitmiş.
Gidiş o gidiş.
Öğleye doğru gelen değirmenci haber vermiş. O zamanlar gencecik bir delikanlı olan Hüseyin'i Enver Paşanın doğu seferi için asker toplayan görevliler askere yazmış ve öylece alıp götürmüşler. Gitmeden değirmenciden bir altın ödünç alıp, haber et bizimkilere ve bir de borcumu ödesinler sana demeye ancak vakit bulabilmiş.
Aileye ilk haber aylar sonra gelmiş. Ve bu haber, ne yazık ki gelen son haber olmuş. Sarıkamış'ın Ocak ayındaki karakışa dayanmamış Hüseyin dede. Dedeliğini yaşayamamış gencecik bedeni Allahuekber dağlarında donup kalmış. Torunu, şimdilere seksenlerini süren o güzel teyzem, "çarıkla gitmiş yokmuş ki şimdiki gibi botlar, sağlam kıyafetler", diye anlatıyor. Geride kalan iki bebesi ile genç karısı ise başka bir öykü.
Öyküler birbirine ardı sıra geliyor. Sıkı sık başımı kaldırmaktan kendimi alamıyorum. Her birinde yeşil bir gökyüzü karşılıyor beni. Ulu çitlembik ağacının birbiriyle kesişen kolları arasından geçen rüzgar, öyküler fısıldıyor; güneş ışıkları oynaşarak bu öykülere eşlik ediyor. Bazen konuşan onlar mı yoksa çitlembik mi karıştırıyorum.
Yakın zaman öyküleri, ülkemizin yakın zaman öykülerinden. Şehirden gelenler, nasıl zengin olduğu bilinmeyen bir parlak bir solgun zenginler, karmaşık ilişkiler.
Ve yabancılar.
Ve, yeni arkadaşlıklar.
Kahvelerimiz bitiyor.
Daha anlatacak çok öyküsü var bu ulu ağacın. Veda etmeden sert kabuğa dokunuyor, bir anlığına başımı hafifçe eğiyorum. Birden saçlarıma yapraklarını döküyor; bugünün de o dallardaki anlatılarına karıştığını anlıyorum.
Arabamıza binmeden karpuz ve kavun yükleniyor zorla arabamıza.
Leylanın amcasının masmavi gözleri kararlı. Bir, iki derken üç...
Göz pınarıma bir yaş gelip oturuyor. Ona inat gülüyorum.
Ege'de sonbaharın ilk günlerinde içim ısınıyor.
Çitlembik yapraklarını döken bir ağaç. Yeşilden kırmıza dönerken yaprakları, yaşamı ve ölümü ve yeniden yaşamı anlattığı söylenir. Ülkemizde bin yaşını aşmış menengiç ağaçları olduğunu öğreniyorum. Bazı yörelerde kabuğu ve yaprağının nazarlık olarak kullanıldığını ve annelerin bebelerini çitlembik beşiklerine yatırdığını okuyorum.1
Ulu ağaçlara saygı duyulur yüzyıllardır Anadolu'da. Şaman atalarımızdan buralara taşıdığımız önemli bir kültürümüz bu.
Bakmayın bu aralar yanan ormanlara, kazanç hırsıyla her yeşile göz koyanlara.
Bu topraklar onları sevenlerle dolu.
Gözlerinizden öperim.
Kaynak: