14 Mart Tıp Bayramı etkinlikleri kapsamında Prof. Dr. Çağatay Güler hocamızı öğrencilerimiz ile buluşturduk. Hocamız derya deniz, sohbetine doyum olmaz. "Hekim olmak" başlıklı söyleşisine gençlerimizin ilgisi yüksekti.
Söyleşi sonrasında hocamla konuşma fırsatı buldum. Söz bir ara, düzenlediği kongrelere geldi. Ben de her epidemiyoloji dersimde, onun sayesinde Ankara'da yüz yüze tanıma fırsatı bulduğum John M. Last'ı ve dolayısıyla kendisini andığımı paylaştım. John M. Last, halk sağlığının en önemli kitaplarından birinin de yazarı olan Kanadalı bir halk sağlıkçısı.
Hacettepe'de gerçekleşen kongre nedeniyle ülkemize geldiğinde Çağatay Hoca'ya özellikle Çanakkale'yi ziyaret etmek istediğini belirtmiş. Meğer, Prof. Last, 1926 Avustralya doğumluymuş. Gençliğinin ilk yılları Çanakkale Savaşı'nın öyküleri ile geçmiş. Akrabalarından savaşa katılan, bu topraklarda hayatını kaybedenler varmış.
Ziyaret elbette duygu yüklüymüş. Ama duyguların kreşendo gibi yükseldiği an, Anzak Koyu'na çıkarma yapan askerler için Atamızın 1934 yılında söylemiş olduğu sözlerin bulunduğu kitabenin önüymüş. Prof. Last, bu sözleri daha önce hiç duymamış. Çok etkilenmiş.
"Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar. Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar. Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır."
ANZAK sözcüğü bir kısaltma. Biz ANZAK diye yazıyoruz ama kısaltmanın aslı ANZAC. Avustralya ve Yeni Zelanda Kolordusu anlamındaki İngilizce sözlerin baş harflerinden oluşuyor. (Australian and New Zealand Army Corps). Büyük Britanya İmparatorluğu'nun ordusunda savaşan, Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerlerden oluşan bir kolordu.
Çanakkale Savaşı için bu kolorduya asker toplanıyor. "Vatan sizden hizmet bekliyor!"
Uzak diyarların delikanlıları, tam da bu deli kanlarından ötürü, şan, şeref ve macera için orduya katılıyorlar. Bir gün önce, anne babalarının dizinin dibinde, çiftliklerinde hayvanlara bakan, hayatın monotonluğundan sıkılan bu genç adamlar kendilerini kurşun ve süngü, kan ve dışkı, hastalık ve ölüm cehenneminde buluyorlar. En kötü kâbuslarında bile yer alamayacak bir yerde...
Uçsuz bucaksız tarlalarda birlikte at koşturdukları arkadaşlarının daracık siperlerde birer birer parçalanan bedenlerini, hayretle kalakalmış göz bebeklerine toplanmış sinekleri görüyorlar. Uykusuz gecelerde artık bir rüyaları yok. Sadece ara sıra akıllarına gelen soru: "Neden buradalar? Vatan neresi?"
Karşılarında yine kendileri gibi gencecik askerler. Onlar da hastalar, yorgunlar. Ama onların böyle sorular yok akıllarında. Burada olmaları gerektiğine inançları tam. "Vatan burası, tam da burası."
Bu askerlerin öyküleri okuyup, dinleyip de göz pınarları dolmayanımız yoktur, biliyorum.
Savaşın o korkunç kıskacında yaşanan minik anları.
Yirmi metre ötedeki siperlerden birbirlerine atılan lafları, hediyeleri, ölüleri gömmek için yapılan ateşkes anlarında hem ağlama hem de gülüşleri...
Ucu yanık ya da değil mektuplarını... Sevdiklerini ve sevildiklerini...
Gelibolu bülbülünün her biri için öttüğünü ve ne söylediğini her birinin anladığını...
Farklı diyarlardan olsa da aslında hepsinin "insan" olduğunu...
Bu ilkbaharda Gelibolu'ya gideceğim.
Her biri incecik yeşil bir bedenin üzerinde duran kırmızı yaprakları ile beni gelincikler karşılayacak.
Sonra, ayakkabılarımı elime alıp, hiçbirini ezmeden aralarında dolaşacağım.
Narin yapraklarını, delikanlı saçları, sapındaki incecik tüyleri yeni biten sakallar gibi şefkatle okşayacağım.
Sonra bir boşluk bulup kulağımı toprağa yaslayacağım.
Orada atan farklı diyardan gelenlerin kalplerinin, tıpkı Atamın dediği gibi, yan yana ve huzurla atışını dinleyeceğim.
Ve günün sonunda, uzayan giden maviliklerin önünde kızıl gün batımına bakıp, hem ruhlarına hem de "bir daha yaşanmasın" diye dua edeceğim.